Tarih: Temmuz 2002 | Sayı:
İlerici Gençlik Sayı:2
Krizden Çıkmak da Çözüm Değildir!

Bizim genç kuşağımız kendini bildi bileli üç beş ekonomik kriz görmüştür herhalde. Belki sayısını tam olarak hatırlayamayacağımız krizler için anımsayabileceğimiz ortak bir noktanın olduğunu düşünüyorum. O dönemlerde yaşadığımız bunalımların cumhuriyet tarihinin en büyük bunalımları olduğu söylenirdi. Tıpkı bugünkü gibi.
Her krizde tekrarlanan bir başka şey de iktidardakilerin tam bir yönetsel krize girdikleri ve ekonomik krizin artık bir devlet krizi haline dönüştüğüdür. Böylelikle muhalefetteki partilere, erken seçim yoluyla, iktidar olma şansı da doğacaktır. Tıpkı bugünkü gibi.
Gerçekten de ekonomik göstergelere bakıldığında, yaşanan her bunalımın cumhuriyet tarihinin en büyük bunalımları olduğunu görebiliriz. Açıktır ki "atlatılan" her kriz katlanarak ve daha yıkıcı bir şekilde geri geliyor. Kriz koşullarındaki bir ülkeyi yönetmek de hakikaten zor bir iş. Ama krizlerin oluşmasını sadece kötü yönetime bağlayamayız. Emekçiler için zaten başlı başına bir kriz olan kapitalist düzen, dönemsel olarak, "tüm burjuva toplumun varlığını -her seferinde daha fazla - tehdit eden bir biçimde sorguya çeken" ekonomik bunalımlar yaşamıştır, yaşayacaktır, bu bir. İkincisi; ülkemizi yönettiklerini iddia edenlerin, yönetimde gerçekten ne kadar etkili oldukları tartışmalı. Uluslararası tekeller İMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar ve AB politikaları aracılığıyla, işbirlikçi yerli burjuvazi ile (TÜSİAD'ın yönetimdeki etkisi mesela), yine uluslararası lobiler aracılığıyla ülkemizin yönetiminde belirleyici bir noktada. İçeride ise MGK'nın etkisinin Meclisin etkisinden az olduğunu kim iddia edebilir. Buradan bakınca, bu abluka dağıtılmadan kabinenin başında kimin olacağının çok önemli olmadığı ortada. Ayrıca iyi yönetildiği düşünülen, hatta dünyayı yönetmeye kalkan ABD ve AB üyeleri gibi ülkeler de kapitalizmin dünya genelindeki bunalımından etkilenmeden duramıyorlar. ABD ekonomisi durgunluk aşamasında, hatta küçülmeye başlıyor. AB ekonomisi de hiç iyi sinyaller vermiyor. Sonuçta şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor: Bu krizler yönetimsel bir zaaftan çok bir sistem, bir düzen zaafıdır. Biraz da kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada kaçınılmaz olan krizlerin ne getirip götürdüğüne bakmak gerekir. Kapitalizm, öncelikle, yoğun bir işçi sınıfı sömürüsüne dayanır. Bu sömürünün yanında küçük burjuvazinin bir kesimi ile yoksul köylülüğün sömürülmesi önemli bir yer tutar. Bu yönüyle işçi sınıfı ve kısmen küçük burjuvazi (köylüler dahil) için, yani iktidarda temsilcileri olmayanlar için, kapitalizmin varlığı başlı başına bir krizdir zaten. Bu koşulların üzerine bunalım aşamalarında yoksullaşma oranlarında ani artışlar görülür. Krizlerin nasıl oluştuğu konusu ise başlı başına incelenmesi gereken bir konu. Ama burada şunu söyleyebiliriz; kriz, şu ya da bu şekilde burjuvazinin (sermayedarlarımızın) holdinglerinin batmasına yol açacak kadar, ya da sermaye daraltmalarına neden olacak kadar mali sıkıntılara girmesiyle oluşur. Sermayenin bu krizlerinden çıkmasının tek yolu vardır: Ne pahasına olursa olsun piyasadan para toplamak. Bu işe de devlet öncülük edecektir. Batık bankaları kurtarmak; vergileri arttırmak; Türk Lirası'nın değerini düşürmek; işçiyi, emekçileri enflasyona ezdirmek; kısacası elini zenginlerimiz dışında herkesin cebine atıp hortumlamak gibi yöntemlerle, iktidar, burjuvaziyi kurtaracaktır. Çünkü onları temsil etmektedir. Sermayenin krizi atlatıldığında ise geriye soyulup soğana çevrilmiş bir halk kalacaktır. Değişen tek şey ise -o da belki- bizi biraz daha az sömürmeleri olabilir. Öyle mutluluk dolu, refah içersindeki yaşantı ise seçim vaatleri arasında her zamanki yerini koruyacaktır. Nihayetinde görünen o ki, krizden çıkmak ezilenler için bir çözüm değildir. Bizim için zaten kriz olan kapitalizm son bulmadıkça; iktidarda burjuvazi değil de biz olmadıkça; işçiler, köylüler, gençler doğrudan iktidara gelmedikçe bizim için çözüm olanaksızdır.
Gerçekten de ekonomik göstergelere bakıldığında, yaşanan her bunalımın cumhuriyet tarihinin en büyük bunalımları olduğunu görebiliriz. Açıktır ki "atlatılan" her kriz katlanarak ve daha yıkıcı bir şekilde geri geliyor. Kriz koşullarındaki bir ülkeyi yönetmek de hakikaten zor bir iş. Ama krizlerin oluşmasını sadece kötü yönetime bağlayamayız. Emekçiler için zaten başlı başına bir kriz olan kapitalist düzen, dönemsel olarak, "tüm burjuva toplumun varlığını -her seferinde daha fazla - tehdit eden bir biçimde sorguya çeken" ekonomik bunalımlar yaşamıştır, yaşayacaktır, bu bir. İkincisi; ülkemizi yönettiklerini iddia edenlerin, yönetimde gerçekten ne kadar etkili oldukları tartışmalı. Uluslararası tekeller İMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar ve AB politikaları aracılığıyla, işbirlikçi yerli burjuvazi ile (TÜSİAD'ın yönetimdeki etkisi mesela), yine uluslararası lobiler aracılığıyla ülkemizin yönetiminde belirleyici bir noktada. İçeride ise MGK'nın etkisinin Meclisin etkisinden az olduğunu kim iddia edebilir. Buradan bakınca, bu abluka dağıtılmadan kabinenin başında kimin olacağının çok önemli olmadığı ortada. Ayrıca iyi yönetildiği düşünülen, hatta dünyayı yönetmeye kalkan ABD ve AB üyeleri gibi ülkeler de kapitalizmin dünya genelindeki bunalımından etkilenmeden duramıyorlar. ABD ekonomisi durgunluk aşamasında, hatta küçülmeye başlıyor. AB ekonomisi de hiç iyi sinyaller vermiyor. Sonuçta şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor: Bu krizler yönetimsel bir zaaftan çok bir sistem, bir düzen zaafıdır. Biraz da kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada kaçınılmaz olan krizlerin ne getirip götürdüğüne bakmak gerekir. Kapitalizm, öncelikle, yoğun bir işçi sınıfı sömürüsüne dayanır. Bu sömürünün yanında küçük burjuvazinin bir kesimi ile yoksul köylülüğün sömürülmesi önemli bir yer tutar. Bu yönüyle işçi sınıfı ve kısmen küçük burjuvazi (köylüler dahil) için, yani iktidarda temsilcileri olmayanlar için, kapitalizmin varlığı başlı başına bir krizdir zaten. Bu koşulların üzerine bunalım aşamalarında yoksullaşma oranlarında ani artışlar görülür. Krizlerin nasıl oluştuğu konusu ise başlı başına incelenmesi gereken bir konu. Ama burada şunu söyleyebiliriz; kriz, şu ya da bu şekilde burjuvazinin (sermayedarlarımızın) holdinglerinin batmasına yol açacak kadar, ya da sermaye daraltmalarına neden olacak kadar mali sıkıntılara girmesiyle oluşur. Sermayenin bu krizlerinden çıkmasının tek yolu vardır: Ne pahasına olursa olsun piyasadan para toplamak. Bu işe de devlet öncülük edecektir. Batık bankaları kurtarmak; vergileri arttırmak; Türk Lirası'nın değerini düşürmek; işçiyi, emekçileri enflasyona ezdirmek; kısacası elini zenginlerimiz dışında herkesin cebine atıp hortumlamak gibi yöntemlerle, iktidar, burjuvaziyi kurtaracaktır. Çünkü onları temsil etmektedir. Sermayenin krizi atlatıldığında ise geriye soyulup soğana çevrilmiş bir halk kalacaktır. Değişen tek şey ise -o da belki- bizi biraz daha az sömürmeleri olabilir. Öyle mutluluk dolu, refah içersindeki yaşantı ise seçim vaatleri arasında her zamanki yerini koruyacaktır. Nihayetinde görünen o ki, krizden çıkmak ezilenler için bir çözüm değildir. Bizim için zaten kriz olan kapitalizm son bulmadıkça; iktidarda burjuvazi değil de biz olmadıkça; işçiler, köylüler, gençler doğrudan iktidara gelmedikçe bizim için çözüm olanaksızdır.