Tarih: Kasım-Aralık 2006 | Sayı:
İlerici Gençlik Sayı:13
SULAR ISINIRKEN AYDIN OLMAK YA DA OLMAMAK
Geçtiğimiz günlerde gündemi meşgul eden önemli konulardan biri Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmasıydı. Tabii bu olay Orhan Pamuk'un ödülü kazandığının açıklanmasından çok önce tartışılmaya başlayan başka konularla da direk olarak birleştirildi: Ünlü 301. madde ve Ermeni soykırımı tartışmaları. Bu arada Fransa'dan gelen "Ermeni soykırımının inkarını suç sayan" parlamento kararı da tozu dumana kattı. Böylece egemen çevrelerin çok önceden başlattığı yönlendirme kampanyasının da bir sonucu olarak bütün bu başlıklar birbirinin içine girdi.
Yaratılan çok yönlü tartışmalarda emekçi halkımızın ve gençliğimizin kafası karıştırılmaya, ırkçılık ve gericilikle bilinçleri zehirlenmeye çalışılıyordu. Egemen çevreler ve onların satılık kalemleri, mikrofonları açıkça insanları hedef gösteriyor, tarihsel gerçeklikler bir çırpıda silinmeye çalışılıyordu. İnsanların tarihsel olaylarla ilgili tartışmalar yapmaları yasalar zoruyla yasaklanıyor, yasaklama ve kısıtlamalara toplumsal "onay üretmeye" çalışılıyordu. Şimdi kasıtlı olarak karmaşıklaştırılan konulara ve toplumsal bir linç hedefi ile başlatılan gerici-ırkçı propagandaya bir bakalım.
Öncesi: 301. madde ve soykırım tartışmaları
Öncelikle 301. maddenin ne olduğuna kısaca bakmak lazım. Bu madde "hükümete, orduya, cumhurbaşkanlığına..." yani devlete ve yöneticilere bir de "Türklüğe(!)" hakaretin cezalandırılmasını içeriyor. Burada hukuksal açıdan derin sorunlar bulunmaktadır. Öncelikle hakaret ve eleştirinin nasıl ayrılacağı sıkıntı kaynağıdır. Birine göre eleştiri olan diğerine göre hakaret sayılabilir. Özellikle de yöneticiler söz konusu ise. Yöneticiler kendilerine dönük olarak yapılan her türlü olumsuz eleştiriyi hakaret olarak kabul edip bu maddenin işlemesini sağlayacaklardır. Nitekim sağlıyorlar da. Bu maddeden yargılananları tamamen soykırım konusunda egemenlerden farklı ya da esnek düşünenler oluşturmuyor. Orduyu, hükümeti eleştirenler de bu maddeden yargılanıyor. Özellikle de başbakanın karikatürcülere açtığı savaş düşünülürse bu maddenin nasıl kullanılacağı son derece açık bir şekilde ortaya çıkar.
301. maddedeki sorunlar sadece hakaret ve eleştirinin nesnel bir kriterinin olmamasında yatmıyor. Bununla birlikte orada son derece belirsiz olan bir ifade daha var: "Türklüğe(!) hakaret." Henüz kimse bu "Türklük(!)" denen şeyin doğru düzgün bir tarifini yapabilmiş değil. Aklınızdan geçen bir sürü düşünce, tarihsel olaylara egemen çevrelerden farkı bir bakış bu mantıkla mahkum edilebilir. Günün birinde "Anadolu bir kültür mozaiğidir" demek bile "ne mozaiği kardeşim mermer, mermer!" feryatlarıyla bu madde kapsamında cezalandırılabilir! Bunun böyle olmaması için hiçbir garanti yok.
Böylesi kapsamlı bir baskı aracı olarak düşünülmüş olan 301. madde elbette ki devletin resmi tarih tezlerinden farklı olarak başka bir tez ileri sürenler içinde kullanılabilir. Böylece "Ermenilere soykırım yapılmıştır" demek ya da "Bu topraklarda bir sürü Ermeni öldürülmüştür" demek, "Kapitalist ulus devletlerin hepsi kendi içlerindeki azınlıklara karşı imha ve asimilasyon politikaları uygulamıştır. Dolayısıyla Türkiye'de de benzer süreçler yaşanmıştır." demek "Türklüğe"(!) hakaret sayılıp derhal cezalandırılabilir.
Görüldüğü üzere bu madde, resmi ideolojilerle ve resmi politikalarla uyuşmayan herkes için, yani bütün bir muhalefet ve özellikle de ilericiler için, geliştirilmiş bir baskı aracıdır. Düşünce özgürlüğünün önünde büyük bir engeldir.
Kapitalizm: baskı, şiddet ve savaşlarla ayakta kalır. Fransa'da da
Bir yandan Avrupa Birliği (AB) tartışmaları, bir yandan Ermeni soykırımı vardı, yoktu tartışmaları yaşanırken, gözler birden Fransa'ya çevrildi. Fransa parlamentosu Ermeni soykırımının yapıldığını inkar edenlerin cezalandırılmasını içeren bir yasayı kabul etti. Bu gelişme tartışmaları yeni boyutlarıyla birlikte hareketlendirdi.
Fransa'nın bu kararı nasıl ve neden aldığına bakarsak şunları görüyoruz. Bu kararda iki temel etken mevcut. Birisi Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinde imtiyazlı ortaklık konusunda ısrarcı olan Fransa Türkiye'nin önüne yeni engeller çıkarmak istiyor. Ama bir yandan da Türkiye ile olan "sıcak" yani hareketli ticari ilişkilerini de kaybetmek istemiyor. İşte bu noktada böyle bir hamle yapıyor. Karar daha çok sosyalist parti üyelerinin önerisi ve oyları ile kabul ediliyor ve hükümet bu karara karşı olduğunu açıklıyor! (Bu arada Avrupa'da ki sosyalist partilerin bizim ülkemizdeki sosyal-demokrat partilere denk düştüğünü hatırlatırım. Yani bir nevi Fransa'nın CHP'si böyle bir karara ön ayak oluyor.) Böylece suç başkalarına atılıyor ama genel politikaya uygun bir hamle yapılıyor. Fransa açısından işin bir de yaklaşan başkanlık seçimleri kısmı var. Tabii ki herkes bu hamlenin Fransa'daki güçlü Ermeni lobisinin oylarını toplamak için yapıldığını ileri sürecektir. Bu genel olarak doğru olsa da bu kararın alınmasında ön ayak olan sosyalist partililer, gerici-ırkçı rakipleri Sarkozy karşısında Fransa halkına daha fazla milliyetçi olduklarını (bu karar ile Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinde önemli bir sıkıntı yaratılıyor çünkü) kanıtlamaya çalışıyorlar. Böylece yalnızca Ermenilerin değil, muhafazakâr Fransızların da oylarına da talip olduklarını haykırıyorlar. (Sanırım şimdi Fransız Sosyalist Partisi-CHP benzetmesi daha iyi kavranır!)
Sonuç olarak, Fransız egemenlerinin ve Türk egemenlerinin veya daha genel söylemek gerekirse tüm kapitalist devletlerin aynı yöntemi kullandıklarını görüyoruz. Muhalefeti mümkün olan en kısa sürede ezmek. Bunun için de resmi görüşten farklı düşünenleri hemen cezalandırmak. Özgür tartışma ortamlarını engellemek, hatta böylesi çabaları mahkum etmek. Fransa'nın bu kararını böyle okumak lazım.
Fransa'ya tepki: acizlik, komedi, iki yüzlülük
Fransa'ya verilmeye çalışılan tepkileri görünce insan gülsün mü ağlasın mı bir türlü karar veremiyor. Fransız parlamentosunun bu kararı daha önce egemenler tarafından ırkçılık ve gericilikle zehirlenen ortamda bir bomba etkisi yarattı. Herkes Fransa'yı linç için hazırdı. Fakat Türkiye'nin egemenleri işin bu noktaya varmasını istemiyorlardı. Çünkü tüm önemli emperyalist ülkelerle olduğu gibi Fransa'yla da ihanet işbirliği içerisinde olanlar vardı. Fransa'nın Türkiye ekonomisindeki etkisi hiç de yabana atılacak bir noktada değildi. OYAK bile (örümcek beyinlilerin ulusal övünç kaynağı) bulunduğu ortaklıklarından dolayı Fransa'yla olan ilişkilerini bozmaya yanaşmıyordu. Egemenlerin yürüttüğü kışkırtıcı propaganda birden sağduyu telkin etmeye başladı. "Fransa'ya boykot yapmak bir işe yaramaz ki! Sakin olmak lazım. Biz sabırla bu işin üstesinden gelebiliriz." Böylece Ankara Ticaret Odası başkanı Sinan Aygün yürüttüğü boykot çalışması ile ortada kalakaldı.
Boykot işinin daha baştan ölü doğmasının acizliğini kapatmak isteyen egemenler çok korkakça bir biçimde (Çünkü resmi kanallarla değil gayri resmi demeçlerle) Fransa'nın asıl kendi yaptıklarına bakmasının gerektiğini söyleyerek zevahiri kurtarmaya çalışıyorlardı. Bu açıklamalar Fransa'nın vaktiyle Cezayir'de yaptıklarının asıl soykırım olduğu ve Fransa'nın kendi yaptıklarına bakmadan bizi yargılamaya çalıştığını söylemeye başladılar.
Fakat burada "at iziyle it izi birbirine karışıyor." Doğru Fransa Cezayir'de insanlık dışı yöntemlerle, kendi kaderlerini kendi ellerine almaya çalışan Cezayir halkına kan kusturdu. Bunun kesinlikle kınanması lazım. Fakat sormazlar mı insana bunca yıl neredeydiniz diye? Ayrıca Cezayir'in bağımsızlığı Birleşmiş Milletlerde tartışılırken, Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy kullanma "şerefini" taşıyan bir ülkenin, Cezayir halkından resmen özür dilemeden, böyle siyasi manevralara kalkışması ne kadar samimi görülebilir hiç bilmiyorum. Çünkü bu oy Fransa'nın Cezayir'i ezmesine onay veren bir oy olarak tarihe geçti.
Burada şunu da belirtmek gerekir: Fransa'nın iç ve dış siyaset oyunları gereği insan haklarına ve düşünce özgürlüğüne karşı tutumlar geliştirmesi ve bu tutumların bir ucunun Türkiye'ye dokunması Türkiye'nin yeni anti-demokratik uygulamalar geliştirmesi ve eskilerini sürdürmesi için bahane oluşturamaz. Fransa'nın soykırıma varan uygulamalara kalkışması bu topraklarda yaşanan acıları haklı göstermez. Kimse içini rahatlatmaya kalkmasın!
Nobel: toz duman içindeki Orhan Pamuk
Yukarıda anlattığım olayların ortasına Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığı haberi bomba gibi düştü. Zaten egemenler önceden yapmaya başladıkları propaganda ile böyle bir olasılığa karşı kendilerince önlem almışlardı. Kamuoyu linç kültürüyle yönlendirilmiş, 301. maddeden Ermeni soykırımı tartışmaları yüzünden yarılanan gazeteci ve yazarlara "ödül avcılığı yapıyorlar!" saldırısı yöneltilmişti. Hal böyle olunca ödülü kazanan Pamuk'un ödülü edebiyatıyla değil de "vatan haini" fikirlerin mükafatı olarak kazandığı tartışması ortaya atıldı.
Burada bir Orhan Pamuk edebiyatı savunması veya edebi tahlillere girmeyeceğim. O başka bir yazının konusu. Fakat bu tartışmalarda atlanan bir şey var. Edebiyat ve siyaset birbirinden tamamen ayrı şeylermiş gibi anlatılıyor ve birinin sanatçı kişiliğiyle siyasi kişiliği şeklinde ayrımlara gidiliyor. Oysa durum farklıdır. Dünyada siyasetten ayrı bir alan tarifi yapmak pek de mümkün değildir. Sorun açık: birileri açlık ve sefalet içinde yaşarken; tepelerine emperyalistlerin bombaları yağarken; tüm bu açlık, yoksulluk ve savaşların sorumluları olan bir grup azınlık ise servetine servet katıyor; insanların canı pahasına çıkar alanlarını genişletiyor. Bu durumda insanlar kimden yana olduğunu belirlemek zorundadır. Bu kavganın tam ortasında durduğunu iddia etmek ve tarafsızlık savını ileri sürmek Lenin'in dediği gibi güçlünün tarafında olmak demektir. Edebiyatı da bu manzaranın dışında tutamayız. Edebiyatçılar da saflarını belirlemek zorundadır. Bu nedenle hiçbir yazar ve edebiyat akımı için politik olarak tarafsızdır nitelemesi somut olarak bir işe yaramaz. Edebiyat siyasetten bağımsız olamaz. İkisi bir bütün halinde düşünülmelidir. Bu açıdan baktığımızda yukarıdaki tartışma anlamsız kalmaktadır. Nobel Edebiyat Ödülü'nü Orhan Pamuk almıştır. Her yönüyle!
Bu arada Nobel Ödülü ile ilgili dip not düşmeden de olmaz. Özellikle son zamanlarda verilen ödüllere bir göz atıldığında bu ödülün kapitalist sistem için zararlı olmayan, ya da eskiden tehlike arz eden ama artık "uzlaşmacı kişiliği" öne çıkan insanlara verildiğini de unutmamak lazım.
Yaratılan çok yönlü tartışmalarda emekçi halkımızın ve gençliğimizin kafası karıştırılmaya, ırkçılık ve gericilikle bilinçleri zehirlenmeye çalışılıyordu. Egemen çevreler ve onların satılık kalemleri, mikrofonları açıkça insanları hedef gösteriyor, tarihsel gerçeklikler bir çırpıda silinmeye çalışılıyordu. İnsanların tarihsel olaylarla ilgili tartışmalar yapmaları yasalar zoruyla yasaklanıyor, yasaklama ve kısıtlamalara toplumsal "onay üretmeye" çalışılıyordu. Şimdi kasıtlı olarak karmaşıklaştırılan konulara ve toplumsal bir linç hedefi ile başlatılan gerici-ırkçı propagandaya bir bakalım.
Öncesi: 301. madde ve soykırım tartışmaları
Öncelikle 301. maddenin ne olduğuna kısaca bakmak lazım. Bu madde "hükümete, orduya, cumhurbaşkanlığına..." yani devlete ve yöneticilere bir de "Türklüğe(!)" hakaretin cezalandırılmasını içeriyor. Burada hukuksal açıdan derin sorunlar bulunmaktadır. Öncelikle hakaret ve eleştirinin nasıl ayrılacağı sıkıntı kaynağıdır. Birine göre eleştiri olan diğerine göre hakaret sayılabilir. Özellikle de yöneticiler söz konusu ise. Yöneticiler kendilerine dönük olarak yapılan her türlü olumsuz eleştiriyi hakaret olarak kabul edip bu maddenin işlemesini sağlayacaklardır. Nitekim sağlıyorlar da. Bu maddeden yargılananları tamamen soykırım konusunda egemenlerden farklı ya da esnek düşünenler oluşturmuyor. Orduyu, hükümeti eleştirenler de bu maddeden yargılanıyor. Özellikle de başbakanın karikatürcülere açtığı savaş düşünülürse bu maddenin nasıl kullanılacağı son derece açık bir şekilde ortaya çıkar.
301. maddedeki sorunlar sadece hakaret ve eleştirinin nesnel bir kriterinin olmamasında yatmıyor. Bununla birlikte orada son derece belirsiz olan bir ifade daha var: "Türklüğe(!) hakaret." Henüz kimse bu "Türklük(!)" denen şeyin doğru düzgün bir tarifini yapabilmiş değil. Aklınızdan geçen bir sürü düşünce, tarihsel olaylara egemen çevrelerden farkı bir bakış bu mantıkla mahkum edilebilir. Günün birinde "Anadolu bir kültür mozaiğidir" demek bile "ne mozaiği kardeşim mermer, mermer!" feryatlarıyla bu madde kapsamında cezalandırılabilir! Bunun böyle olmaması için hiçbir garanti yok.
Böylesi kapsamlı bir baskı aracı olarak düşünülmüş olan 301. madde elbette ki devletin resmi tarih tezlerinden farklı olarak başka bir tez ileri sürenler içinde kullanılabilir. Böylece "Ermenilere soykırım yapılmıştır" demek ya da "Bu topraklarda bir sürü Ermeni öldürülmüştür" demek, "Kapitalist ulus devletlerin hepsi kendi içlerindeki azınlıklara karşı imha ve asimilasyon politikaları uygulamıştır. Dolayısıyla Türkiye'de de benzer süreçler yaşanmıştır." demek "Türklüğe"(!) hakaret sayılıp derhal cezalandırılabilir.
Görüldüğü üzere bu madde, resmi ideolojilerle ve resmi politikalarla uyuşmayan herkes için, yani bütün bir muhalefet ve özellikle de ilericiler için, geliştirilmiş bir baskı aracıdır. Düşünce özgürlüğünün önünde büyük bir engeldir.
Kapitalizm: baskı, şiddet ve savaşlarla ayakta kalır. Fransa'da da
Bir yandan Avrupa Birliği (AB) tartışmaları, bir yandan Ermeni soykırımı vardı, yoktu tartışmaları yaşanırken, gözler birden Fransa'ya çevrildi. Fransa parlamentosu Ermeni soykırımının yapıldığını inkar edenlerin cezalandırılmasını içeren bir yasayı kabul etti. Bu gelişme tartışmaları yeni boyutlarıyla birlikte hareketlendirdi.
Fransa'nın bu kararı nasıl ve neden aldığına bakarsak şunları görüyoruz. Bu kararda iki temel etken mevcut. Birisi Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinde imtiyazlı ortaklık konusunda ısrarcı olan Fransa Türkiye'nin önüne yeni engeller çıkarmak istiyor. Ama bir yandan da Türkiye ile olan "sıcak" yani hareketli ticari ilişkilerini de kaybetmek istemiyor. İşte bu noktada böyle bir hamle yapıyor. Karar daha çok sosyalist parti üyelerinin önerisi ve oyları ile kabul ediliyor ve hükümet bu karara karşı olduğunu açıklıyor! (Bu arada Avrupa'da ki sosyalist partilerin bizim ülkemizdeki sosyal-demokrat partilere denk düştüğünü hatırlatırım. Yani bir nevi Fransa'nın CHP'si böyle bir karara ön ayak oluyor.) Böylece suç başkalarına atılıyor ama genel politikaya uygun bir hamle yapılıyor. Fransa açısından işin bir de yaklaşan başkanlık seçimleri kısmı var. Tabii ki herkes bu hamlenin Fransa'daki güçlü Ermeni lobisinin oylarını toplamak için yapıldığını ileri sürecektir. Bu genel olarak doğru olsa da bu kararın alınmasında ön ayak olan sosyalist partililer, gerici-ırkçı rakipleri Sarkozy karşısında Fransa halkına daha fazla milliyetçi olduklarını (bu karar ile Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinde önemli bir sıkıntı yaratılıyor çünkü) kanıtlamaya çalışıyorlar. Böylece yalnızca Ermenilerin değil, muhafazakâr Fransızların da oylarına da talip olduklarını haykırıyorlar. (Sanırım şimdi Fransız Sosyalist Partisi-CHP benzetmesi daha iyi kavranır!)
Sonuç olarak, Fransız egemenlerinin ve Türk egemenlerinin veya daha genel söylemek gerekirse tüm kapitalist devletlerin aynı yöntemi kullandıklarını görüyoruz. Muhalefeti mümkün olan en kısa sürede ezmek. Bunun için de resmi görüşten farklı düşünenleri hemen cezalandırmak. Özgür tartışma ortamlarını engellemek, hatta böylesi çabaları mahkum etmek. Fransa'nın bu kararını böyle okumak lazım.
Fransa'ya tepki: acizlik, komedi, iki yüzlülük
Fransa'ya verilmeye çalışılan tepkileri görünce insan gülsün mü ağlasın mı bir türlü karar veremiyor. Fransız parlamentosunun bu kararı daha önce egemenler tarafından ırkçılık ve gericilikle zehirlenen ortamda bir bomba etkisi yarattı. Herkes Fransa'yı linç için hazırdı. Fakat Türkiye'nin egemenleri işin bu noktaya varmasını istemiyorlardı. Çünkü tüm önemli emperyalist ülkelerle olduğu gibi Fransa'yla da ihanet işbirliği içerisinde olanlar vardı. Fransa'nın Türkiye ekonomisindeki etkisi hiç de yabana atılacak bir noktada değildi. OYAK bile (örümcek beyinlilerin ulusal övünç kaynağı) bulunduğu ortaklıklarından dolayı Fransa'yla olan ilişkilerini bozmaya yanaşmıyordu. Egemenlerin yürüttüğü kışkırtıcı propaganda birden sağduyu telkin etmeye başladı. "Fransa'ya boykot yapmak bir işe yaramaz ki! Sakin olmak lazım. Biz sabırla bu işin üstesinden gelebiliriz." Böylece Ankara Ticaret Odası başkanı Sinan Aygün yürüttüğü boykot çalışması ile ortada kalakaldı.
Boykot işinin daha baştan ölü doğmasının acizliğini kapatmak isteyen egemenler çok korkakça bir biçimde (Çünkü resmi kanallarla değil gayri resmi demeçlerle) Fransa'nın asıl kendi yaptıklarına bakmasının gerektiğini söyleyerek zevahiri kurtarmaya çalışıyorlardı. Bu açıklamalar Fransa'nın vaktiyle Cezayir'de yaptıklarının asıl soykırım olduğu ve Fransa'nın kendi yaptıklarına bakmadan bizi yargılamaya çalıştığını söylemeye başladılar.
Fakat burada "at iziyle it izi birbirine karışıyor." Doğru Fransa Cezayir'de insanlık dışı yöntemlerle, kendi kaderlerini kendi ellerine almaya çalışan Cezayir halkına kan kusturdu. Bunun kesinlikle kınanması lazım. Fakat sormazlar mı insana bunca yıl neredeydiniz diye? Ayrıca Cezayir'in bağımsızlığı Birleşmiş Milletlerde tartışılırken, Cezayir'in bağımsızlığına karşı oy kullanma "şerefini" taşıyan bir ülkenin, Cezayir halkından resmen özür dilemeden, böyle siyasi manevralara kalkışması ne kadar samimi görülebilir hiç bilmiyorum. Çünkü bu oy Fransa'nın Cezayir'i ezmesine onay veren bir oy olarak tarihe geçti.
Burada şunu da belirtmek gerekir: Fransa'nın iç ve dış siyaset oyunları gereği insan haklarına ve düşünce özgürlüğüne karşı tutumlar geliştirmesi ve bu tutumların bir ucunun Türkiye'ye dokunması Türkiye'nin yeni anti-demokratik uygulamalar geliştirmesi ve eskilerini sürdürmesi için bahane oluşturamaz. Fransa'nın soykırıma varan uygulamalara kalkışması bu topraklarda yaşanan acıları haklı göstermez. Kimse içini rahatlatmaya kalkmasın!
Nobel: toz duman içindeki Orhan Pamuk
Yukarıda anlattığım olayların ortasına Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığı haberi bomba gibi düştü. Zaten egemenler önceden yapmaya başladıkları propaganda ile böyle bir olasılığa karşı kendilerince önlem almışlardı. Kamuoyu linç kültürüyle yönlendirilmiş, 301. maddeden Ermeni soykırımı tartışmaları yüzünden yarılanan gazeteci ve yazarlara "ödül avcılığı yapıyorlar!" saldırısı yöneltilmişti. Hal böyle olunca ödülü kazanan Pamuk'un ödülü edebiyatıyla değil de "vatan haini" fikirlerin mükafatı olarak kazandığı tartışması ortaya atıldı.
Burada bir Orhan Pamuk edebiyatı savunması veya edebi tahlillere girmeyeceğim. O başka bir yazının konusu. Fakat bu tartışmalarda atlanan bir şey var. Edebiyat ve siyaset birbirinden tamamen ayrı şeylermiş gibi anlatılıyor ve birinin sanatçı kişiliğiyle siyasi kişiliği şeklinde ayrımlara gidiliyor. Oysa durum farklıdır. Dünyada siyasetten ayrı bir alan tarifi yapmak pek de mümkün değildir. Sorun açık: birileri açlık ve sefalet içinde yaşarken; tepelerine emperyalistlerin bombaları yağarken; tüm bu açlık, yoksulluk ve savaşların sorumluları olan bir grup azınlık ise servetine servet katıyor; insanların canı pahasına çıkar alanlarını genişletiyor. Bu durumda insanlar kimden yana olduğunu belirlemek zorundadır. Bu kavganın tam ortasında durduğunu iddia etmek ve tarafsızlık savını ileri sürmek Lenin'in dediği gibi güçlünün tarafında olmak demektir. Edebiyatı da bu manzaranın dışında tutamayız. Edebiyatçılar da saflarını belirlemek zorundadır. Bu nedenle hiçbir yazar ve edebiyat akımı için politik olarak tarafsızdır nitelemesi somut olarak bir işe yaramaz. Edebiyat siyasetten bağımsız olamaz. İkisi bir bütün halinde düşünülmelidir. Bu açıdan baktığımızda yukarıdaki tartışma anlamsız kalmaktadır. Nobel Edebiyat Ödülü'nü Orhan Pamuk almıştır. Her yönüyle!
Bu arada Nobel Ödülü ile ilgili dip not düşmeden de olmaz. Özellikle son zamanlarda verilen ödüllere bir göz atıldığında bu ödülün kapitalist sistem için zararlı olmayan, ya da eskiden tehlike arz eden ama artık "uzlaşmacı kişiliği" öne çıkan insanlara verildiğini de unutmamak lazım.