Tarih: Kasım-Aralık 2006 | Sayı:
İlerici Gençlik Sayı:13
Sessiz İsyan: Charlie Chaplin
Anlatılanlara göre, Chaplin, 1910 yılında bir Eylül akşamında New York'a ilk ayak bastığı gün, bu dev kentin tiyatro semtinde yürürken, şov dünyasının büyüsüne kapılarak ve buraya ait olduğuna o gün karar veriyor. Yalnız burada Chaplin'in kendine yakın hissettiğinin hiçbir zaman Amerika olmadığını söylemek gerek. Onun kastettiği Broadway di. Nitekim hiçbir zaman da Amerikan vatandaşlığına geçmedi. O günden sonra eskimeyen, modası geçmeyen küçük serseri, dünyayı bol pantolonu, melon şapkası ve kıvrık bastonunun ucunda taşımayı başaran yüzyılın en önemli portrelerinden birini oluşturmak adına ilk adımını attı.
Asıl adı Charles Spencer Chaplin olan, İngiliz sinema oyuncusu ve yönetmeni Charlie Chaplin 1889 da Londra' da dünyaya geldi. Her ikisi de müzikhol oyuncusu olan anne ve babasından küçük yaşta dans edip şarkı söylemesini öğrenmişti. Bunun ardından ilk kez sekiz yaşındayken sahneye bir dans gösterisiyle çıktı. Artık sahne tozunu yutan Charlie Chaplin'in alkolik babası kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Bunun ardından annesi de hayatının geri kalan kısmını akıl hastanelerine girip çıkarak sürdürdüğünden dolayı Chaplin'in hayatı okul ve yetimhanelerde sıkıntıyla geçti. Bu dönemde geçici sahne işleriyle hayatını sürdürmeye çalışırken bir yandan da sokaklarda yaşamak zorunda kaldı. Chaplin, yazdığı anılarında da sürekli annesinin tımarhaneye götürüleceği kaygısıyla yaşadığından, 9 yaşında sokak diplerinde küçük bir dilenci olduğundan bahsetmektedir.
Chaplin'in dünyada yüz binlerce insana ulaşmasının, onlarla kurduğu bağın gerçekliğinin nedeni bu satır aralarında açıkça görülmektedir. Birçok sinemacı açlığı anlatıyordu ama o açlığı gerçekten yaşayan tek sinemacıydı. Seyircilerle kurduğu büyülü iletişimin kaynağı bu olsa gerek.
1913 yılına kadar üvey ağabeyi Sydney tarafından yerleştirildiği Karno topluluğunda birçok müzikholde rol alan Chaplin, Aralık 1913' ten itibaren Keystone stüdyolarında da haftalık 150 dolara işe başlamıştı. Bu şekilde sinemaya adım atan Chaplin bir daha sahnelere dönmedi.
Artık, neredeyse her Amerikan şehrinde sinema salonlarının önünde üstünden düşen bol pantolonu, melon şapkası ve elinde bastonuyla bir küçük adamın posterleri görünüyordu.
Charlie Chaplin'in posterleri, halkın çoğunluğunun yoksulluk, işsizlik ve açlıkla boğuştukları bir çağda kitleleri kısa bir sürede olsa sorunlardan uzaklaştırmanın bir yolunun habercisi olarak görülüyordu.
Chaplin'in hayatı boyunca yaşadığı sıkıntılar oluşturduğu küçük serseri tiplemesinin esin kaynağını oluşturuyordu. Otoriter kişiliklerin resmi akşam yemekleri için kullandıkları kostüm, Chaplin in gözünde suçlu egemen sınıfın kostümü olarak niteleniyordu. Ve bu kostüm içindeki sakarlıkları zenginliğin yerine bile bile tercih edilen fakirliğin traji-komik yansımasıydı.
Keystone stüdyolarında gerçekleştirdiği ilk filmi "Making a Living(1914) (Bir Yaşam Yaratmak)" ile ABD çapında tanınan Chaplin bu filmden, sinema anlayışıyla ve dünyayı yorumlayış biçimiyle bağdaşmadığı için pek memnun sayılmazdı. Chaplin melon şapka, dar bir frak ceket, baston ve bıyıklardan oluşan ünlü Şarlo tiplemesine ikinci filmi olan "Kid Auto Races in Venice (Venedik'te Ufaklıklar Otoyarışı- 1914)" filminde büründü. Şarlo makineleştirilmiş yaşamın içinde önemsizleştirilen insanın sessiz çığlığı oldu.
Charlie Chaplin için sessiz sinema, sürekli hareketliliğe, karmaşaya odaklanmış kapitalizme direnme aracıydı. Chaplin'in sakarlığı rasgele yaşamı ve gezginci tavrı, kapitalizmin dayattığı tektipleştirmeye karşı sessiz bir protestoydu. O kuralcılığın hüküm sürdüğü modernist hayatın konformist hapishanesinin ilk firarilerinden biriydi. Teknolojik gelişmelerin toplumsal ilişkileri de değiştirip dönüştürdüğü ve birey üzerine uyguladığı baskılar sonucunda emeğin gücünün sistem tarafından acımasızca sömürüsü Şarlo tiplemesinde komik, bir o kadar da dramatik bir role bürünüyordu. Charlie Chaplin bir röportajında dünyayı yorumlayışını şöyle ifade ediyordu:" Bugün dünyanın durumunu nasıl gördüğümü özetlemek uygun olur sanırım. Çağdaş hayatın getirdiği bir yığın güçlük ve yirminci yüzyılın enerjik istilası sonucu bireyler, siyasi, bilimsel ve ekonomik olmak üzere dört bir yandan kendilerini tehdit eden dev kurumların kuşatması altında, yatırımların, izin belgelerinin, kişiliği ıslah etme gayretlerinin kurbanları haline gelmektedir.
Bizi böyle bir kalıba dökmelerine izin vermemiz kültürel bakış eksikliğimizin sonucudur. Çirkinliğe öylesine gözü kapalı teslim olduk ki, estetik kavramlarımızı yitirdik. Hayat anlayışımız kar, iktidar ve tekelcilik tarafından köreltildi. Bu güçlerin bizi sarıp kuşatmasına izin verdik, korkunç sonuçları aklımıza bile getirmedik."
Kısa bir süre sonra Chaplin komedileri inanılmaz bir başarıya ulaştı. Bunun ardından Chaplin, Douglas Fairbanks, Mary Pickford ve D.W.Griffith ile beraber kurduğu United Artists (Sanatçılar Birliği) adlı film stüdyosunda başrolünü oynadığı bütün filmlerin yapımcılığını, yönetmenliğini ve editörlüğünü gerçekleştirmeye başladı. 1920'lerde artık çok güçlü bir Chaplin rüzgarı esiyordu. Chaplin'in hayranlarının arasında Sigmund Freud, Bernard Shaw, Marcel Proust da vardı. Freud hatta şöyle diyordu: "O hep aynı kişiliği oynuyor. Kederle örülü ilk gençliğindeki halini."
Yıllar boyu Şarlo adlı küçük serseri tipini Şehir Işıkları ve Modern Zamanlar adlı ilk sesli uzun metrajlı filmlerinde de sürdüren Chaplin, daha sonra Büyük Diktatör veya Monsieur Verdoux (Bay Verdö) filmlerinde bambaşka kişiliklere büründü. Chaplin çoğu filminde sistem eleştirilerine yer verirken, düzene muhalif olduğunun da altını çiziyordu. ABD vatandaşlığını reddetmesi bulunduğu ülkede faşistçe saldırılara, karalama kampanyalarına maruz kalmasına neden oluyordu. Gold Rush (Altına Hücum) filminde ki bazı sahnelerin komünizm propogandası olarak yorumlanması sonucu bu karalama kampanyaları "başarıya" ulaştı ve Chaplin'in ABD ye girmesi yasaklandı. Bunun ardından Charlie Chaplin karısı ve çocuklarıyla İsviçre'ye yerleşti.
Kendisini tamamen bir dünya vatandaşı olarak gören Charlie Chaplin, milliyetçiliğin, insanlığın muzdarip olduğu en büyük akıl hastalığı olduğunu söylüyordu. Chaplin filmleri 2.Dünya Savaşı'ndan sonra ve Soğuk Savaş döneminde yüksek dozda siyasi içerik kazandı. Bu dönemde Amerikanın baskıcı yönetimi komünistleri yargılıyor, sürgün ediyor ve hatta Rosenberglere yaptığı gibi öldürüyordu. Bu dönemde ilerici bir kişiliği olan ve her fırsatta barışseverlerden, komünistlerden ve Sovyetlerden yana olduğunu dile getiren Charlie Chaplin'in, Amerika'yı ziyaret eden Sovyet gazeteci ve yazar Simonov' la görüşmesi faşist yönetimde büyük yankı uyandırdı. Bunlar üzerine Chaplin şu sözleri söylemişti: "Bana komünist dediler, oysa sadece hümanistim."
Charlie Chaplin tekniğin ve modernizmin insanı nasıl sıradanlaştırdığı ve bir makine gibi çalıştırdığını her ne kadar sessiz filmlerinde protesto etse de çağın dayattığı koşullara daha fazla direnemedi. Oysa sessizlik kapitalizmin dayattığı sürekli hareketliliğe de bir direniş aracıydı. Chaplin'in sessiz filme olan tutkusu şu sözlerinden de anlaşılabilir: "Sinemada hareket sözden güçlüdür. Binlerce kelimeyle anlatamayacağınız şeyi tek bir hareketle anlatabilirsiniz. Söylemediklerinizi de seyirci kendi kafasının içinde işitmiştir zaten. Seyirci hüzünlü bir surat gördüğünde, bildiği bütün acı sözleri, hayatının bütün mutsuz anlarını o suratla özdeşleştirir. Bir şey söylemenize gerek kalmaz. Aynı şey bütün duygular için geçerlidir..." Ve bu noktada Chaplin in verdiği çok önemli bir sinema dersi vardır:" Ayrılığı mı anlatmak istiyorsunuz? Koca bir tren istasyonunu çekmeyi boş verin. İyi bir aktörün yüzüne düşen tren gölgesini çekin yeter. Bir volkanı mı anlatmak istiyorsunuz? Aktörün kaşığıyla fincanda çayı karıştırması yeter. Ben hep bunu yapmaya çalıştım. Beni ilgilendiren tek şey, kameramın aktörü anlatmasıydı..."
Örneğin Chaplin Altına Hücum filminde açlığı anlatırken, bir mumu sosis niyetine kemirir, postalını pişirir ve bağcıklarını spagetti niyetine yutarken veya açlıktan gözü dönmüş arkadaşı Jim'in gözüne bir piliç gibi gözükürken sözcüklerin yaratacağı etkiden çok daha fazlasını bu imgelerle yaratıyordu. Aynı filmin başka ünlü bir sahnesinde, Chaplin rüyasında görkemli bir masadaki küçük ekmekleri dans ederken görmektedir. Bu sahne üzerine sinemanın Aristosu sayılan Andre Bazin şöyle der: "Çevresindeki nesneler, Şarloya ancak toplumun onlara verdiği anlam dışında yardımı kabul ederler. Buna en güzel örnek, küçük ekmeklerin o ünlü dansında, basit bir kareografi içinde ortaya serilen, nesnenin olaya katılmasıdır."
Chaplin oyunculuğun her olanağından yararlandı, özellikle pandomimin oyunculuğunda önemli bir yeri vardı.
Asıl adı Charles Spencer Chaplin olan, İngiliz sinema oyuncusu ve yönetmeni Charlie Chaplin 1889 da Londra' da dünyaya geldi. Her ikisi de müzikhol oyuncusu olan anne ve babasından küçük yaşta dans edip şarkı söylemesini öğrenmişti. Bunun ardından ilk kez sekiz yaşındayken sahneye bir dans gösterisiyle çıktı. Artık sahne tozunu yutan Charlie Chaplin'in alkolik babası kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Bunun ardından annesi de hayatının geri kalan kısmını akıl hastanelerine girip çıkarak sürdürdüğünden dolayı Chaplin'in hayatı okul ve yetimhanelerde sıkıntıyla geçti. Bu dönemde geçici sahne işleriyle hayatını sürdürmeye çalışırken bir yandan da sokaklarda yaşamak zorunda kaldı. Chaplin, yazdığı anılarında da sürekli annesinin tımarhaneye götürüleceği kaygısıyla yaşadığından, 9 yaşında sokak diplerinde küçük bir dilenci olduğundan bahsetmektedir.
Chaplin'in dünyada yüz binlerce insana ulaşmasının, onlarla kurduğu bağın gerçekliğinin nedeni bu satır aralarında açıkça görülmektedir. Birçok sinemacı açlığı anlatıyordu ama o açlığı gerçekten yaşayan tek sinemacıydı. Seyircilerle kurduğu büyülü iletişimin kaynağı bu olsa gerek.
1913 yılına kadar üvey ağabeyi Sydney tarafından yerleştirildiği Karno topluluğunda birçok müzikholde rol alan Chaplin, Aralık 1913' ten itibaren Keystone stüdyolarında da haftalık 150 dolara işe başlamıştı. Bu şekilde sinemaya adım atan Chaplin bir daha sahnelere dönmedi.
Artık, neredeyse her Amerikan şehrinde sinema salonlarının önünde üstünden düşen bol pantolonu, melon şapkası ve elinde bastonuyla bir küçük adamın posterleri görünüyordu.
Charlie Chaplin'in posterleri, halkın çoğunluğunun yoksulluk, işsizlik ve açlıkla boğuştukları bir çağda kitleleri kısa bir sürede olsa sorunlardan uzaklaştırmanın bir yolunun habercisi olarak görülüyordu.
Chaplin'in hayatı boyunca yaşadığı sıkıntılar oluşturduğu küçük serseri tiplemesinin esin kaynağını oluşturuyordu. Otoriter kişiliklerin resmi akşam yemekleri için kullandıkları kostüm, Chaplin in gözünde suçlu egemen sınıfın kostümü olarak niteleniyordu. Ve bu kostüm içindeki sakarlıkları zenginliğin yerine bile bile tercih edilen fakirliğin traji-komik yansımasıydı.
Keystone stüdyolarında gerçekleştirdiği ilk filmi "Making a Living(1914) (Bir Yaşam Yaratmak)" ile ABD çapında tanınan Chaplin bu filmden, sinema anlayışıyla ve dünyayı yorumlayış biçimiyle bağdaşmadığı için pek memnun sayılmazdı. Chaplin melon şapka, dar bir frak ceket, baston ve bıyıklardan oluşan ünlü Şarlo tiplemesine ikinci filmi olan "Kid Auto Races in Venice (Venedik'te Ufaklıklar Otoyarışı- 1914)" filminde büründü. Şarlo makineleştirilmiş yaşamın içinde önemsizleştirilen insanın sessiz çığlığı oldu.
Charlie Chaplin için sessiz sinema, sürekli hareketliliğe, karmaşaya odaklanmış kapitalizme direnme aracıydı. Chaplin'in sakarlığı rasgele yaşamı ve gezginci tavrı, kapitalizmin dayattığı tektipleştirmeye karşı sessiz bir protestoydu. O kuralcılığın hüküm sürdüğü modernist hayatın konformist hapishanesinin ilk firarilerinden biriydi. Teknolojik gelişmelerin toplumsal ilişkileri de değiştirip dönüştürdüğü ve birey üzerine uyguladığı baskılar sonucunda emeğin gücünün sistem tarafından acımasızca sömürüsü Şarlo tiplemesinde komik, bir o kadar da dramatik bir role bürünüyordu. Charlie Chaplin bir röportajında dünyayı yorumlayışını şöyle ifade ediyordu:" Bugün dünyanın durumunu nasıl gördüğümü özetlemek uygun olur sanırım. Çağdaş hayatın getirdiği bir yığın güçlük ve yirminci yüzyılın enerjik istilası sonucu bireyler, siyasi, bilimsel ve ekonomik olmak üzere dört bir yandan kendilerini tehdit eden dev kurumların kuşatması altında, yatırımların, izin belgelerinin, kişiliği ıslah etme gayretlerinin kurbanları haline gelmektedir.
Bizi böyle bir kalıba dökmelerine izin vermemiz kültürel bakış eksikliğimizin sonucudur. Çirkinliğe öylesine gözü kapalı teslim olduk ki, estetik kavramlarımızı yitirdik. Hayat anlayışımız kar, iktidar ve tekelcilik tarafından köreltildi. Bu güçlerin bizi sarıp kuşatmasına izin verdik, korkunç sonuçları aklımıza bile getirmedik."
Kısa bir süre sonra Chaplin komedileri inanılmaz bir başarıya ulaştı. Bunun ardından Chaplin, Douglas Fairbanks, Mary Pickford ve D.W.Griffith ile beraber kurduğu United Artists (Sanatçılar Birliği) adlı film stüdyosunda başrolünü oynadığı bütün filmlerin yapımcılığını, yönetmenliğini ve editörlüğünü gerçekleştirmeye başladı. 1920'lerde artık çok güçlü bir Chaplin rüzgarı esiyordu. Chaplin'in hayranlarının arasında Sigmund Freud, Bernard Shaw, Marcel Proust da vardı. Freud hatta şöyle diyordu: "O hep aynı kişiliği oynuyor. Kederle örülü ilk gençliğindeki halini."
Yıllar boyu Şarlo adlı küçük serseri tipini Şehir Işıkları ve Modern Zamanlar adlı ilk sesli uzun metrajlı filmlerinde de sürdüren Chaplin, daha sonra Büyük Diktatör veya Monsieur Verdoux (Bay Verdö) filmlerinde bambaşka kişiliklere büründü. Chaplin çoğu filminde sistem eleştirilerine yer verirken, düzene muhalif olduğunun da altını çiziyordu. ABD vatandaşlığını reddetmesi bulunduğu ülkede faşistçe saldırılara, karalama kampanyalarına maruz kalmasına neden oluyordu. Gold Rush (Altına Hücum) filminde ki bazı sahnelerin komünizm propogandası olarak yorumlanması sonucu bu karalama kampanyaları "başarıya" ulaştı ve Chaplin'in ABD ye girmesi yasaklandı. Bunun ardından Charlie Chaplin karısı ve çocuklarıyla İsviçre'ye yerleşti.
Kendisini tamamen bir dünya vatandaşı olarak gören Charlie Chaplin, milliyetçiliğin, insanlığın muzdarip olduğu en büyük akıl hastalığı olduğunu söylüyordu. Chaplin filmleri 2.Dünya Savaşı'ndan sonra ve Soğuk Savaş döneminde yüksek dozda siyasi içerik kazandı. Bu dönemde Amerikanın baskıcı yönetimi komünistleri yargılıyor, sürgün ediyor ve hatta Rosenberglere yaptığı gibi öldürüyordu. Bu dönemde ilerici bir kişiliği olan ve her fırsatta barışseverlerden, komünistlerden ve Sovyetlerden yana olduğunu dile getiren Charlie Chaplin'in, Amerika'yı ziyaret eden Sovyet gazeteci ve yazar Simonov' la görüşmesi faşist yönetimde büyük yankı uyandırdı. Bunlar üzerine Chaplin şu sözleri söylemişti: "Bana komünist dediler, oysa sadece hümanistim."
Charlie Chaplin tekniğin ve modernizmin insanı nasıl sıradanlaştırdığı ve bir makine gibi çalıştırdığını her ne kadar sessiz filmlerinde protesto etse de çağın dayattığı koşullara daha fazla direnemedi. Oysa sessizlik kapitalizmin dayattığı sürekli hareketliliğe de bir direniş aracıydı. Chaplin'in sessiz filme olan tutkusu şu sözlerinden de anlaşılabilir: "Sinemada hareket sözden güçlüdür. Binlerce kelimeyle anlatamayacağınız şeyi tek bir hareketle anlatabilirsiniz. Söylemediklerinizi de seyirci kendi kafasının içinde işitmiştir zaten. Seyirci hüzünlü bir surat gördüğünde, bildiği bütün acı sözleri, hayatının bütün mutsuz anlarını o suratla özdeşleştirir. Bir şey söylemenize gerek kalmaz. Aynı şey bütün duygular için geçerlidir..." Ve bu noktada Chaplin in verdiği çok önemli bir sinema dersi vardır:" Ayrılığı mı anlatmak istiyorsunuz? Koca bir tren istasyonunu çekmeyi boş verin. İyi bir aktörün yüzüne düşen tren gölgesini çekin yeter. Bir volkanı mı anlatmak istiyorsunuz? Aktörün kaşığıyla fincanda çayı karıştırması yeter. Ben hep bunu yapmaya çalıştım. Beni ilgilendiren tek şey, kameramın aktörü anlatmasıydı..."
Örneğin Chaplin Altına Hücum filminde açlığı anlatırken, bir mumu sosis niyetine kemirir, postalını pişirir ve bağcıklarını spagetti niyetine yutarken veya açlıktan gözü dönmüş arkadaşı Jim'in gözüne bir piliç gibi gözükürken sözcüklerin yaratacağı etkiden çok daha fazlasını bu imgelerle yaratıyordu. Aynı filmin başka ünlü bir sahnesinde, Chaplin rüyasında görkemli bir masadaki küçük ekmekleri dans ederken görmektedir. Bu sahne üzerine sinemanın Aristosu sayılan Andre Bazin şöyle der: "Çevresindeki nesneler, Şarloya ancak toplumun onlara verdiği anlam dışında yardımı kabul ederler. Buna en güzel örnek, küçük ekmeklerin o ünlü dansında, basit bir kareografi içinde ortaya serilen, nesnenin olaya katılmasıdır."
Chaplin oyunculuğun her olanağından yararlandı, özellikle pandomimin oyunculuğunda önemli bir yeri vardı.