Tarih: Kasım 2004 | Sayı:
İlerici Gençlik Sayı:8
Eğitimde Tam Eşitlik ve Özgürlük İçin Emekçi Üniversiteleri

Sorunlar ve soru işaretleriyle dolu bir eğitim öğretim yılının daha startı verildi. Üniversiteler açıldı. Her ne kadar gösterişli açılış törenlerinde öğrencilere parlak sözler söylenmeye devam edilse de durum hiç de rektörlerin ve YÖK'ün bizi ikna etmeye çalıştığı gibi iç açıcı değil. Üniversitelerimiz mali yetersizlikler ve iktidar baskısı altında günden güne eriyor. Egemenlerimiz Aralık ayında AB'den gelecek mesajı bekleyedursun üniversitelerimiz bütçeden kendilerine ayrılan bindelik payla kara kışı nasıl çıkartacaklarının hesabını yapıyor. Bilindiği gibi özellikle doğuda bulunan üniversitelerin bir kısmı her yıl kışın belli günlerinde yakacak yokluğu nedeniyle "idari tatil" yapmak zorunda kalıyor. Okullar açılalı haftalar geçmiş olmasına rağmen yurda yerleşemeyip açıkta kalmış ve kendine ev arayan binlerce öğrenci her gün amfilerden çok emlakçıların kapısını aşındırmaya devam ediyor.
İşte maddi ve manevi onca çilenin eziyetin ardından güç bela kazanılabilen üniversitelerimizin hali. Hani o "aydın ocağı" denen üniversitelerin.
Bu Enkaz Kimin Eseri?
Cumhuriyetin kuruluş aşamasından bu yana "akademinin" Türkiye aydınlanmasının dinamosu olarak kurgulandığını görüyoruz. Oysaki bu ideal hiçbir zaman söylemden öteye geçmemiş ve iktidarlar, çoğu kez kasıtlı olarak, üniversitenin kurumsal bir kimliğe sahip olmaması için etkisizleştirme politikaları izlemişlerdir. Dünya siyasi tarihinde de sıkça örneği bulunabileceği gibi güçlü akademik geleneklere ve elbette ki bunları uygulamaya sokacak akademisyenlere sahip ülkelerde kişi hak ve özgürlüklerini budamak, toplumu basit kamuoyu hileleriyle yönlendirmek öyle kolay yapılamamaktadır. Üniversite aydın yetiştirme misyonuna bağlı olarak halkla iktidar erki arasına girerek çoğu kez iktidarların önüne halkını savunmak için çıkma cesareti göstermiş ve sonuçta gerici iktidarlar bu çatışmalardan yenik çıkmıştır. İşte üniversitenin sahip olduğu bu kamusal güç tarih boyunca iktidarlarda büyük bir endişe kaynağı olmuştur. Bu yüzden üniversite hocasıyla, öğrencisiyle hatta bazen mekanının kendisiyle doğrudan denetim ve gözetim altında tutulması gereken bir yer olarak görülmüştür. Ne ilginçtir ki burjuvazi bu endişesini doğrudan doğruya söyleme cesaretini en açık şekilde faşizm dönemlerinde sergileyebilmiştir. Musolloni, iktidarının daha ilk günlerinde İtalya'da ne kadar profesör varsa hepsinden kendine bağlılık andı içmelerini istemiştir. Bu yemini etmeyenlerin tamamı daha sonra çeşitli şekillerde işten atılmış çoğu sırf bu sebeple uyduruk cezalar almıştır. Benzeri uygulamalara Hitler Almanyası ve Franko dönemi İspanyasında da rastlamak mümkündür.
Düşman: Üniversite!
Bizde de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından çıkartılan bir yasayla (1402 no'lu yasa diye de bilinir.) "sakıncalı" görülen binlerce öğretim üyesi üniversiteden atılmıştır. Hatta bugün çokça sıkıntısını çektiğimiz beyin göçü olgusunun ilk nüveleri bu tarihte atılmış soruşturma geçirerek okuldan uzaklaştırılan pek çok akademisyen yurt dışındaki üniversitelere gitmiş ya da gitmek zorunda bırakılmıştır.
Ancak 12 Eylül'ün üniversite üzerindeki tahribatının bu kadarla sınırlı kaldığını düşünmek hata olacaktır. Salt bir askeri müdahale olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyan darbe aynı zamanda Türkiye'nin o tarihe kadar tanık olmadığı ölçekte serbest piyasacı ve özelleştirmeci bir iktisadi hayatın da kapılarını açmış oldu. Özal ve YÖK'ün mimarı Doğramacıyla özdeşleşen bu dönemde tamamıyla Amerikan üniversiteleri model alınarak eğitim felsefesi tamamıyla alt üst edildi. Eğitim her yurttaş için bir hak ve eğitim bir kamu hizmeti iken vahşi kapitalistlerimiz kendi dünya görüşlerine uygun olarak eğitime yeni bir yön verme gayretine girişti. Özellikle doksanlı yıllarla birlikte özelleştirmelerin tırmanması eğitime yapılacak müdahaleleri de kolaylaştırdı. Yine 90'lı yıllarda TÜSİAD (Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği) kendince bir ilke imza atarak Türk üniversitelerin içinde bulunduğu bunalım ve çıkış yolları için oldukça hacimli bir dosya hazırladı. Zamanın hükümetine yapılan önerilerden ibaret gibi gözüken bu raporda mevcut eğitim sisteminin tasfiye edilerek yeni bir üniversite yapılanmasına gitmenin zorunluluğunun altı çiziliyordu. TÜSİAD patronları kurulacak bu yeni üniversite için bir de ad bulmuşlardı: "girişimci üniversite". Aslında yazılanların hiç birini kendileri icat etmemişlerdi. Anlattıkları ve istedikleri üniversite sermayenin tam hakimiyeti altında ve ancak ona bağlı olarak yaşayabilen bir paryaydı. Bu modele göre eğitim bir hak falan değil parası olan bireylerin paraları kadar satın alabilecekleri bir hizmetten ibaretti. Çünkü her şey gibi üniversitenin kendisi de piyasadan bağımsız değildi.
Bu sisteme göre zorunlu olarak öğrenci ve velisi bir müşteri olarak algılanmalıdır. Eğitimde eşitlik talebi ise çağdaş dünyaya yabancı bir kavramdır çünkü rekabetin olduğu yerde eşitlik gerçek dışı bir hayaldir. Yine bu anlayışa göre İstanbul'da Boğaz manzarasına sahip bir üniversiteyle Kars'taki ya da Malatya'daki bir üniversitenin aynı olması için hiçbir sebep yoktur. Elbette ki burada okuyanlarda öğrencilikte ve mezuniyet sonrası aynı koşullara sahip olmayacaktır. Böylesi bir sistemin varlığına rağmen her nasılsa kendini eğitmiş veya üstün zekalı fakir öğrenciler olursa da bunlar belirli sponsor firma burslarıyla okutulurlar. Tabi ki mezuniyet sonrasında bu firmalarda belirli bir süre ucuz iş gücü olarak çalıştırılmak kaydıyla. İşte Özalların, Doğramacıların, TÜSİAD patronlarının girişimci, çağdaş dünya üniversitesi tamı tamına böyle bir şeydir.
Biten Sadece Üniversite mi? Bize okuyun dedikleri üniversitenin hali bu. Eğer halka, ailemize, kendimize karşı sorumlu olduğumuzu kabul ediyorsak böyle bir üniversitede okunamayacağı açık. Bu gidişe dur demek zorunluluğu var. Ama nasıl? Özellikle son on yıldır üniversitede muhalif, devrimci öğrenciler biraz da 12 Eylül artığı yasaların ve uygulamaların cenderesinden kurtulabilmek adına akademik ve mali özgürlükleri önüne koyan ağırlıklı olarak demokrasi talebine vurgu yapan temalar kullandılar. Bu elbette ki tartışmasız bir gereklilikti. Ancak sermayesinin cepheden saldırıları altında varlık ve yokluk savaşı veren eğitim sistemini savunmak dahası yeni baştan inşaa etmek gerekmektedir. Bunun için ise daha fazla özgürlük yada daha bilimsel eğitim gibi sloganların vazgeçilmez olduğu ama tek başına da yetersiz kaldığı ortada. Örnek vermek gerekirse en basitinden, AB mevzuatı tamamıyla kabul edildiği takdirde -bizim anladığımızdan farklı da olsa- önemli ölçüde akademik ve mali özerklik gelecektir. Bugün pek çok Avrupa üniversitesinde öğrencilerin ve öğretim üyelerinin fakülte yönetimlerinden bağımsız, izne tabii olmaksızın dernek, klüp kurma hakkı vardır. Çok büyük oranda okulda siyasi çalışma yapmak siyasi görüş ve inancını yaşamak ve duyurmak hakkına sahiptir. Peki şimdi Avrupa'daki üniversite öğrencilerinin gerçekten bütün bu haklardan yararlanabildiğini gerçekten bilimsel bir eğitimin olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu örnek bir tuzaktır. Hem de her seferinde ısıtılıp ısıtılıp önümüze defalarca konulacak bir tuzak. Kendimize başka bir soru sormadan bu sorunun yanıtını bulamayız? Hiç eşitliğin olmadığı yerde özgürlük olur mu? İşte sorulması gereken soru budur. Bizlere cicili bicili paketlerde metrekare hesabına üniversite satmaya kalkanlara bu soruyu sormak lazım. Çünkü aşilin topuğu buradadır.
Gelinen noktada muhalif öğrenciler ve ilerici hareket için sadece akademik eğitimin niteliklerinin arttırılmasına veya özgürlüklerin genişletilmesine ilişkin talepler ileri sürmek somut bir beklenti içinde olmamak anlamında yorumlanmalıdır. Sermayenin kulu kölesi konumuna indirgenmiş bir üniversite toptan reddedilmelidir. İlerici, devrimci öğrenciler üniversitelerinde neyi istemediğini söylediği gibi neyi savunduğunu ve talep ettiğini de açık yüreklilikle ortaya koyabilmelidir. Bu da dönüp dolaşıp bir program sorununa gelmektedir. İlerici Gençlik bu bağlamda elinde bir programa sahiptir. Kurulmasını istediği ve kuruluşuna emek katacağı, harç olacağı üniversite modelinin adı tekdir: Emekçi Üniversitesi.
Eğitimde Tam Eşitlik ve Özgürlük İçin Emekçi Üniversiteleri
Bizim istediğimiz üniversitenin yemekhanelerinde, sıralarında, kantinlerinde ve amfilerinde kapitalizmin kiri bulunmayacaktır. Resmin parçaları birleştirildiğinde talep ettiğimizin tam olarak bu düzen dışında bir şey olduğu ortadadır. Ancak doğaldır ki böyle bir şeyi serbest piyasacılığın alıp başını yürüdüğü bir toplumda dillendirmek hiç de kolay değil. Peki öyleyse ne yapacağız. Elimizi kolumuzu bağlayıp oturacak mıyız? Elbette ki asla... Emekçi Üniversiteleri her şeyden önce ulaşılmasını istediğimiz hedefin adını tanımlamaktadır. Ancak bu hedefe ulaşmak doğrudan ya da bir iki günde olmayacaktır. Eğitimde özelleştirilmenin durdurulması, yerel yada uluslararası tekellerin üniversitelere müdahalesine set çekilmesi, eğitim müfredatından ve ders programlarından gerici içerikli unsurların temizlenmesi, har(a)çların kaldırılması, yurtların ve ders araç gereçlerinin bütünüyle ücretsiz olması, öğrencilerin söz ve karar hakkının tanınarak geliştirilmesi v.b çok sayıda alt mücadele başlığı olan bütünlüklü bir programdır. Kimi çok ileri ama kimi da daha ufak çabalarla gerçekleşmeye çok yakın olan bu talepler güncel sınıf mücadelesine paralel olarak belirli bir program dahilinde gerçekleştirilebilir. Ancak bunun başarılabilmesi için doğu batı, küçük büyük demeden mevcut bütün üniversitelerdeki ilerici, devrimci öğrenci ve öğretim üyelerinin eşgüdümlü ve uzun soluklu mücadelesi gerekmektedir. Bunun bir ayağı da ilerici öğrencilerin bulundukları bütün okullarda Emekçi Üniversitesi kavramını yaygınlaştırmak için çalışması, kavramın kendisini kabul edilebilir kılmasıdır.
İşte maddi ve manevi onca çilenin eziyetin ardından güç bela kazanılabilen üniversitelerimizin hali. Hani o "aydın ocağı" denen üniversitelerin.
Bu Enkaz Kimin Eseri?
Cumhuriyetin kuruluş aşamasından bu yana "akademinin" Türkiye aydınlanmasının dinamosu olarak kurgulandığını görüyoruz. Oysaki bu ideal hiçbir zaman söylemden öteye geçmemiş ve iktidarlar, çoğu kez kasıtlı olarak, üniversitenin kurumsal bir kimliğe sahip olmaması için etkisizleştirme politikaları izlemişlerdir. Dünya siyasi tarihinde de sıkça örneği bulunabileceği gibi güçlü akademik geleneklere ve elbette ki bunları uygulamaya sokacak akademisyenlere sahip ülkelerde kişi hak ve özgürlüklerini budamak, toplumu basit kamuoyu hileleriyle yönlendirmek öyle kolay yapılamamaktadır. Üniversite aydın yetiştirme misyonuna bağlı olarak halkla iktidar erki arasına girerek çoğu kez iktidarların önüne halkını savunmak için çıkma cesareti göstermiş ve sonuçta gerici iktidarlar bu çatışmalardan yenik çıkmıştır. İşte üniversitenin sahip olduğu bu kamusal güç tarih boyunca iktidarlarda büyük bir endişe kaynağı olmuştur. Bu yüzden üniversite hocasıyla, öğrencisiyle hatta bazen mekanının kendisiyle doğrudan denetim ve gözetim altında tutulması gereken bir yer olarak görülmüştür. Ne ilginçtir ki burjuvazi bu endişesini doğrudan doğruya söyleme cesaretini en açık şekilde faşizm dönemlerinde sergileyebilmiştir. Musolloni, iktidarının daha ilk günlerinde İtalya'da ne kadar profesör varsa hepsinden kendine bağlılık andı içmelerini istemiştir. Bu yemini etmeyenlerin tamamı daha sonra çeşitli şekillerde işten atılmış çoğu sırf bu sebeple uyduruk cezalar almıştır. Benzeri uygulamalara Hitler Almanyası ve Franko dönemi İspanyasında da rastlamak mümkündür.
Düşman: Üniversite!
Bizde de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından çıkartılan bir yasayla (1402 no'lu yasa diye de bilinir.) "sakıncalı" görülen binlerce öğretim üyesi üniversiteden atılmıştır. Hatta bugün çokça sıkıntısını çektiğimiz beyin göçü olgusunun ilk nüveleri bu tarihte atılmış soruşturma geçirerek okuldan uzaklaştırılan pek çok akademisyen yurt dışındaki üniversitelere gitmiş ya da gitmek zorunda bırakılmıştır.
Ancak 12 Eylül'ün üniversite üzerindeki tahribatının bu kadarla sınırlı kaldığını düşünmek hata olacaktır. Salt bir askeri müdahale olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyan darbe aynı zamanda Türkiye'nin o tarihe kadar tanık olmadığı ölçekte serbest piyasacı ve özelleştirmeci bir iktisadi hayatın da kapılarını açmış oldu. Özal ve YÖK'ün mimarı Doğramacıyla özdeşleşen bu dönemde tamamıyla Amerikan üniversiteleri model alınarak eğitim felsefesi tamamıyla alt üst edildi. Eğitim her yurttaş için bir hak ve eğitim bir kamu hizmeti iken vahşi kapitalistlerimiz kendi dünya görüşlerine uygun olarak eğitime yeni bir yön verme gayretine girişti. Özellikle doksanlı yıllarla birlikte özelleştirmelerin tırmanması eğitime yapılacak müdahaleleri de kolaylaştırdı. Yine 90'lı yıllarda TÜSİAD (Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği) kendince bir ilke imza atarak Türk üniversitelerin içinde bulunduğu bunalım ve çıkış yolları için oldukça hacimli bir dosya hazırladı. Zamanın hükümetine yapılan önerilerden ibaret gibi gözüken bu raporda mevcut eğitim sisteminin tasfiye edilerek yeni bir üniversite yapılanmasına gitmenin zorunluluğunun altı çiziliyordu. TÜSİAD patronları kurulacak bu yeni üniversite için bir de ad bulmuşlardı: "girişimci üniversite". Aslında yazılanların hiç birini kendileri icat etmemişlerdi. Anlattıkları ve istedikleri üniversite sermayenin tam hakimiyeti altında ve ancak ona bağlı olarak yaşayabilen bir paryaydı. Bu modele göre eğitim bir hak falan değil parası olan bireylerin paraları kadar satın alabilecekleri bir hizmetten ibaretti. Çünkü her şey gibi üniversitenin kendisi de piyasadan bağımsız değildi.
Bu sisteme göre zorunlu olarak öğrenci ve velisi bir müşteri olarak algılanmalıdır. Eğitimde eşitlik talebi ise çağdaş dünyaya yabancı bir kavramdır çünkü rekabetin olduğu yerde eşitlik gerçek dışı bir hayaldir. Yine bu anlayışa göre İstanbul'da Boğaz manzarasına sahip bir üniversiteyle Kars'taki ya da Malatya'daki bir üniversitenin aynı olması için hiçbir sebep yoktur. Elbette ki burada okuyanlarda öğrencilikte ve mezuniyet sonrası aynı koşullara sahip olmayacaktır. Böylesi bir sistemin varlığına rağmen her nasılsa kendini eğitmiş veya üstün zekalı fakir öğrenciler olursa da bunlar belirli sponsor firma burslarıyla okutulurlar. Tabi ki mezuniyet sonrasında bu firmalarda belirli bir süre ucuz iş gücü olarak çalıştırılmak kaydıyla. İşte Özalların, Doğramacıların, TÜSİAD patronlarının girişimci, çağdaş dünya üniversitesi tamı tamına böyle bir şeydir.
Biten Sadece Üniversite mi? Bize okuyun dedikleri üniversitenin hali bu. Eğer halka, ailemize, kendimize karşı sorumlu olduğumuzu kabul ediyorsak böyle bir üniversitede okunamayacağı açık. Bu gidişe dur demek zorunluluğu var. Ama nasıl? Özellikle son on yıldır üniversitede muhalif, devrimci öğrenciler biraz da 12 Eylül artığı yasaların ve uygulamaların cenderesinden kurtulabilmek adına akademik ve mali özgürlükleri önüne koyan ağırlıklı olarak demokrasi talebine vurgu yapan temalar kullandılar. Bu elbette ki tartışmasız bir gereklilikti. Ancak sermayesinin cepheden saldırıları altında varlık ve yokluk savaşı veren eğitim sistemini savunmak dahası yeni baştan inşaa etmek gerekmektedir. Bunun için ise daha fazla özgürlük yada daha bilimsel eğitim gibi sloganların vazgeçilmez olduğu ama tek başına da yetersiz kaldığı ortada. Örnek vermek gerekirse en basitinden, AB mevzuatı tamamıyla kabul edildiği takdirde -bizim anladığımızdan farklı da olsa- önemli ölçüde akademik ve mali özerklik gelecektir. Bugün pek çok Avrupa üniversitesinde öğrencilerin ve öğretim üyelerinin fakülte yönetimlerinden bağımsız, izne tabii olmaksızın dernek, klüp kurma hakkı vardır. Çok büyük oranda okulda siyasi çalışma yapmak siyasi görüş ve inancını yaşamak ve duyurmak hakkına sahiptir. Peki şimdi Avrupa'daki üniversite öğrencilerinin gerçekten bütün bu haklardan yararlanabildiğini gerçekten bilimsel bir eğitimin olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu örnek bir tuzaktır. Hem de her seferinde ısıtılıp ısıtılıp önümüze defalarca konulacak bir tuzak. Kendimize başka bir soru sormadan bu sorunun yanıtını bulamayız? Hiç eşitliğin olmadığı yerde özgürlük olur mu? İşte sorulması gereken soru budur. Bizlere cicili bicili paketlerde metrekare hesabına üniversite satmaya kalkanlara bu soruyu sormak lazım. Çünkü aşilin topuğu buradadır.
Gelinen noktada muhalif öğrenciler ve ilerici hareket için sadece akademik eğitimin niteliklerinin arttırılmasına veya özgürlüklerin genişletilmesine ilişkin talepler ileri sürmek somut bir beklenti içinde olmamak anlamında yorumlanmalıdır. Sermayenin kulu kölesi konumuna indirgenmiş bir üniversite toptan reddedilmelidir. İlerici, devrimci öğrenciler üniversitelerinde neyi istemediğini söylediği gibi neyi savunduğunu ve talep ettiğini de açık yüreklilikle ortaya koyabilmelidir. Bu da dönüp dolaşıp bir program sorununa gelmektedir. İlerici Gençlik bu bağlamda elinde bir programa sahiptir. Kurulmasını istediği ve kuruluşuna emek katacağı, harç olacağı üniversite modelinin adı tekdir: Emekçi Üniversitesi.
Eğitimde Tam Eşitlik ve Özgürlük İçin Emekçi Üniversiteleri
Bizim istediğimiz üniversitenin yemekhanelerinde, sıralarında, kantinlerinde ve amfilerinde kapitalizmin kiri bulunmayacaktır. Resmin parçaları birleştirildiğinde talep ettiğimizin tam olarak bu düzen dışında bir şey olduğu ortadadır. Ancak doğaldır ki böyle bir şeyi serbest piyasacılığın alıp başını yürüdüğü bir toplumda dillendirmek hiç de kolay değil. Peki öyleyse ne yapacağız. Elimizi kolumuzu bağlayıp oturacak mıyız? Elbette ki asla... Emekçi Üniversiteleri her şeyden önce ulaşılmasını istediğimiz hedefin adını tanımlamaktadır. Ancak bu hedefe ulaşmak doğrudan ya da bir iki günde olmayacaktır. Eğitimde özelleştirilmenin durdurulması, yerel yada uluslararası tekellerin üniversitelere müdahalesine set çekilmesi, eğitim müfredatından ve ders programlarından gerici içerikli unsurların temizlenmesi, har(a)çların kaldırılması, yurtların ve ders araç gereçlerinin bütünüyle ücretsiz olması, öğrencilerin söz ve karar hakkının tanınarak geliştirilmesi v.b çok sayıda alt mücadele başlığı olan bütünlüklü bir programdır. Kimi çok ileri ama kimi da daha ufak çabalarla gerçekleşmeye çok yakın olan bu talepler güncel sınıf mücadelesine paralel olarak belirli bir program dahilinde gerçekleştirilebilir. Ancak bunun başarılabilmesi için doğu batı, küçük büyük demeden mevcut bütün üniversitelerdeki ilerici, devrimci öğrenci ve öğretim üyelerinin eşgüdümlü ve uzun soluklu mücadelesi gerekmektedir. Bunun bir ayağı da ilerici öğrencilerin bulundukları bütün okullarda Emekçi Üniversitesi kavramını yaygınlaştırmak için çalışması, kavramın kendisini kabul edilebilir kılmasıdır.