Tarih: Haziran 2002 | Sayı:
İlerici Gençlik Sayı:1
Yolumuz...
Geride bıraktığımız 20. yüz yıl, insanlık adına muazzam değişimlere sahne oldu. Bu değişimin boyutlarını anlamak için belki de en kolay yöntem ortalama bir tarih kitabına bakmak. O zaman, kitapta 20. yüzyılın anlatıldığı kısmın tek başına koca bir uygarlık tarihine denk düşen bir yer kapladığı görülecektir. Gerçekten de bilimsel-teknik buluşlardan, siyasal devrimlere, koca koca imparatorlukları dünya haritasından silen savaşlardan, ulusların büyük bağımsızlık mücadelelerine kadar onca olay ve olgunun topu topu bir yüz yılda gerçekleştiği bir çağ bu.
İnsan bu durum karşısında sormadan edemiyor: Peki neden 20. yüzyıl? İnsanlık pek çok aşamayı geride bırakarak geldi bu günlere. Her tarihsel eşiği ise bir takım güçlerin öncülüğünde aşarak bir sonraki basamağa yükseldi. Örneğin Orta Çağ karanlığının temel sebebi olan ve kabaca, geniş ekili arazilerin birkaç toprak sahibinin elinde toplanarak halkın bu toprak sahiplerine ölene kadar kölece hizmet etmeye mahkum olduğu feodalite, ekonomik olarak şehirlerde ortaya çıkan yeni üretici sınıfların gelişmesine bağlı olarak gücünü yitirirken, ulusal ölçekteyse hızla dünyayı saran "uluslaşma" olgusu sonucu tarihin tozlu rafına kalkarak yerini kapitalizme bırakmıştı. İçinde yaşamakta olduğumuz ve yaklaşık olarak son üç yüz yıldan bu yana bütün dünyayı boyunduruğu altına almış olan kapitalist sistemde ise temel belirleyici dinamik, üretici sınıflarla (en başta işçi sınıfıyla) sermayedarlar (kapitalistler) arasındaki mücadeledir. Yani emek-sermaye çelişkisidir. Bu mücadele doğmakta olanla ölenin ya da yeniyle eskinin çelişkisini andırır çoğu zaman. Kapitalistler kendilerinin mutlak iktidarları anlamına gelen bugünkü sistemin hiç değişmeyeceğini ve insanlığın gidebileceği daha ileri bir nokta olmadığını beyinlere kazımaya çalışırken; üretim sürecinin içinde öncü rol oynayan işçi sınıfıysa, varlığıyla, üretimin adilane paylaşılabildiği, özgür, eşit yarınların müjdecisi gibidir. İşçi sınıfının bu durumuysa öncelikli olarak ekonomik üretim süreci içerisindeki yeri ve konumundan kaynaklanır. Gündelik yaşamda kullandığımız ya da her gün karşımıza çıkan nesneleri (ev malzemelerinden, otomobillere, gökdelenlerden, tarım ürünlerine) şöyle bir düşünecek olduğumuzda emekçilerin- işçi sınıfının yaşamı nasıl kendi elleriyle ürettiği çok rahatlıkla kavranabilir. Yukarıda sorduğumuz 'neden 20.y.y.' sorusunun cevabı da burada yatmakta. Gerek 20. gerekse 21.yüzyılı daha öncekilerden ayıran, ayıracak olan emekçilerin ürettiği değerlerin kendisi. Ancak bu değerler mevcut kapitalist sistem içerisinde bir avuç holdingin ya da bir kaç büyük ailenin elinde kaldığından o hep sözü edilip bir türlü görülemeyen "refah" yalnızca bunlara nasip oluyor. Bu değerleri ellerinin altında tutanlar ise kendi refahları için milyarlarca insanı sosyal, siyasal ve ekonomik bir boyunduruk altında yaşama mahkum etmeye çalışıyorlar. 20.y.y. insanlığın kapitalizmi aşabilecek güçte olduğunu göstermiştir. Bu sistemi değiştirebilecek öncü güç ise tartışmasız olarak işçi sınıfının kendisidir. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyaya ancak bu büyük gücün öncülüğünde ulaşılabilir. O zaman şu gerçeği bir kez daha tekrar edebiliriz. Açlığa, sefalete, her türlü ayrımcılığa, inkârcılığa karşı olan; kısaca yaşanılabilir bir hayat isteyenlerin, yani bizlerin, her gün biraz daha kuvvetle ve yüksek sesle söylemek durumunda olduğumuz tek bir yol var… Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur!
İnsan bu durum karşısında sormadan edemiyor: Peki neden 20. yüzyıl? İnsanlık pek çok aşamayı geride bırakarak geldi bu günlere. Her tarihsel eşiği ise bir takım güçlerin öncülüğünde aşarak bir sonraki basamağa yükseldi. Örneğin Orta Çağ karanlığının temel sebebi olan ve kabaca, geniş ekili arazilerin birkaç toprak sahibinin elinde toplanarak halkın bu toprak sahiplerine ölene kadar kölece hizmet etmeye mahkum olduğu feodalite, ekonomik olarak şehirlerde ortaya çıkan yeni üretici sınıfların gelişmesine bağlı olarak gücünü yitirirken, ulusal ölçekteyse hızla dünyayı saran "uluslaşma" olgusu sonucu tarihin tozlu rafına kalkarak yerini kapitalizme bırakmıştı. İçinde yaşamakta olduğumuz ve yaklaşık olarak son üç yüz yıldan bu yana bütün dünyayı boyunduruğu altına almış olan kapitalist sistemde ise temel belirleyici dinamik, üretici sınıflarla (en başta işçi sınıfıyla) sermayedarlar (kapitalistler) arasındaki mücadeledir. Yani emek-sermaye çelişkisidir. Bu mücadele doğmakta olanla ölenin ya da yeniyle eskinin çelişkisini andırır çoğu zaman. Kapitalistler kendilerinin mutlak iktidarları anlamına gelen bugünkü sistemin hiç değişmeyeceğini ve insanlığın gidebileceği daha ileri bir nokta olmadığını beyinlere kazımaya çalışırken; üretim sürecinin içinde öncü rol oynayan işçi sınıfıysa, varlığıyla, üretimin adilane paylaşılabildiği, özgür, eşit yarınların müjdecisi gibidir. İşçi sınıfının bu durumuysa öncelikli olarak ekonomik üretim süreci içerisindeki yeri ve konumundan kaynaklanır. Gündelik yaşamda kullandığımız ya da her gün karşımıza çıkan nesneleri (ev malzemelerinden, otomobillere, gökdelenlerden, tarım ürünlerine) şöyle bir düşünecek olduğumuzda emekçilerin- işçi sınıfının yaşamı nasıl kendi elleriyle ürettiği çok rahatlıkla kavranabilir. Yukarıda sorduğumuz 'neden 20.y.y.' sorusunun cevabı da burada yatmakta. Gerek 20. gerekse 21.yüzyılı daha öncekilerden ayıran, ayıracak olan emekçilerin ürettiği değerlerin kendisi. Ancak bu değerler mevcut kapitalist sistem içerisinde bir avuç holdingin ya da bir kaç büyük ailenin elinde kaldığından o hep sözü edilip bir türlü görülemeyen "refah" yalnızca bunlara nasip oluyor. Bu değerleri ellerinin altında tutanlar ise kendi refahları için milyarlarca insanı sosyal, siyasal ve ekonomik bir boyunduruk altında yaşama mahkum etmeye çalışıyorlar. 20.y.y. insanlığın kapitalizmi aşabilecek güçte olduğunu göstermiştir. Bu sistemi değiştirebilecek öncü güç ise tartışmasız olarak işçi sınıfının kendisidir. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyaya ancak bu büyük gücün öncülüğünde ulaşılabilir. O zaman şu gerçeği bir kez daha tekrar edebiliriz. Açlığa, sefalete, her türlü ayrımcılığa, inkârcılığa karşı olan; kısaca yaşanılabilir bir hayat isteyenlerin, yani bizlerin, her gün biraz daha kuvvetle ve yüksek sesle söylemek durumunda olduğumuz tek bir yol var… Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur!