Tarih: Eylül - Ekim 2006 | Sayı:
İlerici Gençlik Sayı:12
Kapitalizmin işçi sınıfına ve emekçi halklara saldırısının adı: Özelleştirme
Özelleştirme kavramı genel olarak kapitalizmin 1970'lerin sonunda girdiği yapısal krizini aşmak amacıyla ortaya atılmıştır. Rekabete dayalı bir piyasa oluşturulması, devletin küçülmesi, sırtındaki kamburlardan kurtulması sloganlarıyla ortaya atılan özelleştirmeler Üçüncü Dünya Ülkelerinde sömürü ve talanın artmasından başka bir anlama gelmemiştir.
Özelleştirmeler öz itibarı ile kapitalizmin ortaya çıkmasıyla beraber varolan, kapitalizmin doğasına uygun düşen bir olgudur. 1800'lü yıllarda, daha önce devletin mutlak hakimiyetinde olan sektörler burjuvazinin gelişmesiyle bireylerin elinde toplanmaya başlamış ve bu anlamda da ilk özelleştirmeler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde sömürgecilik yarışının hızlanmasıyla beraber Üçüncü Dünya Ülkelerinin hammaddeleri yeni yeni ortaya çıkan bu şirketler tarafından talan edilmeye başlanmış yeni oluşmaya başlayan kapitalist devlet sistemi de kendi kurallarını oluşturmaya ve uygulamaya başlamıştır.
1920'lerde Üçüncü Dünya Ülkelerindeki kurtuluş hareketleri sonucunda yeni devletler ortaya çıkmıştır. Uzun süre emperyalist sömürünün kucağında gelişimi engellenen bu ülkeler kendi öz kaynaklarını geliştiremediklerinden diğer bir deyişle tamamen dışa bağımlı olmalarından dolayı ilk süreçlerinde büyük sıkıntıların içine düşmüşlerdir. Bu dönemde bu devletler kendi ulusal sanayilerini geliştirmek için çıkış yollarını da aramışlardır. "Gelişme yolundaki ülkeler, bağımsızlıklarının ertesinde, sömürgeciliğin bu mirasıyla karşı karşıya kaldılar; ekonomik durumları çoğu zaman trajikti. Ekonomileri sanayinin kilit dallarını tutan yabancı kapitalistlerin egemenliğindeydi. Ekonomik ve toplumsal yapıları bütünüyle dönüştürmek gerekiyordu; gelişmenin temellerini; ekonomik bağımsızlığın temellerini kurmak gerekiyordu; ve genç devletler, kendi kendilerine yatırım yapmak için zorunlu olan araçlara sahip değillerdi; ulusal kapitalistler de pahalı ve uzun vadeli yatırımlara girmek istemiyor ya da giremiyorlardı."(Gelişmekte Olan Ülkeler: Devlet Sektörü ve Sendikaların Rolü. Sayfa 8, Ürün yayınları 1977.)
Türkiye'nin de içinde bulunduğu bu ülkelerde yukarıda da değinilen sebeplerle devlet sektörü özel sermayenin önüne geçirilerek geliştirilmeye başlanmıştır. Bu geçiş formu Türkiye'de burjuvazinin geliştirilmesi ve kapitalist sistemin oturtulması amacıyla yapılmış ve büyük emperyalist devletler tarafından Türkiye örneği diğer Üçüncü Dünya Ülkelerine sosyalizme karşı üçüncü bir yol olarak sunulmuş ve desteklenmiştir. Emperyalist devletler yeni bağımsızlığını kazanan bu devletlere ekonomik yardımlar adı altında hibelerde bulunmuş ve böylece bunların bir çoğunu tekrar sömürünün kıskaçlarına sokmuştur (Marşal yardımı gibi). Teknolojik açıdan geri bırakılmış olan Üçüncü Dünya Ülkelerinde hammadde üretimi arttırılmış bunun karşılığında gelişmiş ülkelerden işlenmiş ürün alınmıştır ancak hammadde ile işlenmiş ürün arasındaki fiyat uçurumu bu ülkeleri ekonomik açıdan gittikçe daha kötü durumlara düşürmüştür.
1970'lere gelindiğinde sosyalist sistemin büyük etkisiyle Üçüncü Dünya Ülkeleri kapitalist sisteme karşı tekrar bir kamulaştırma kampanyasına girmiş Afrika, Latin Amerika ve Uzak Doğu ülkelerinde millileştirmeler yoluyla dev işletmeler kapitalist tekellerin elinden alınmaya başlanmıştır. Bu durum kapitalist sistemi yapısal bir krizin içine girmesine etkide bulunmuştur. Bu dönemde emperyalizm halklara karşı yoğun ve vahşi bir biçimde askeri darbeler planlamış ve hayata geçirmiştir. Bu askeri darbeler birbiri ile bağlantılı iki amaç güdüyordu; birincisi, bu ülkelerdeki ilerici yükselişi yok etmek ve halkı baskı altına almak, ikincisi ise başlatılan kamulaştırma hareketini durdurup karlı işletmelerin tekrar büyük tekellere verilmesini sağlamaktı. Emperyalizmin bu kanlı girişimi kapitalist sistemin yeni cilasıyla ortaya attığı özelleştirme furyasının önemli ayaklarından birisini oluşturmuştur.
Bu "yenilenmiş" özelleştirme, dünyada Thatcher ve Reagan tarafından pratik olarak uygulanmaya geçirilmiş, rekabet ortamının arttırılması ve devletin küçültülmesi safsatalarıyla Üçüncü Dünya Ülkelerine dayatılmıştır. Bunalıma giren kapitalist sisteme nefes aldırmak amacıyla ortaya çıkarılan bu "yenilenmiş" düşünce, halkın çıkarları açısından özel sektörün insafına terk edilemeyecek sektörleri de devlet elinden çıkarılıp özel sektöre bırakılmasını öngörmüş; sağlık, sosyal güvenlik, enerji gibi sektörler özelleştirme kapsamına alınmıştır.
Yapısal krizinden çıkma amaçlı kapitalist sistem tarafından dayatılan bu yeni! anlayış sosyalist sistemin dağılmasının ardından halkların yaşadığı şokla birlikte kapitalist sisteme belirli açılardan başarı da kazandırmıştır. Bu geçici şok dalgasının ardından özelleştirmelerin büyük bir balondan başka bir şey olmadığı dışa bağımlı ülkeleri daha da köleleştirmekten başka bir işe yaramadığı görülmeye başlandı ve özelleştirmelere dünya çapında karşı koyuşlar başladı. Bugün bu özelleştirme karşıtı kampanyaların başını çeken Latin Amerika'daki Venezüella gibi ülkeler yabancı sermayenin elindeki işletmeleri tekrar kamulaştırarak dünya halklarına yeniden emperyalist tekellere karşı halkın çıkarlarının korunması geleneğini yaşatmaya ve diğer ülkelere de bu geleneği yaymaya başladılar.
Ülkemizde özelleştirmelerin geçmişi ve bugünü
Ülkemizde de özelleştirmeler açısından izlenen süreç diğer Üçüncü Dünya Ülkelerinden farklı olmamıştır. 1950lerden günümüze iktidar partilerinin hepsinde yabancı sermayeyi ülkemize çekmek bir hedef olarak gösterilmiştir. Bu süreç sırasında Türkiye'de gerek 60'ların sonu gerekse 70'ler boyunca büyük işçi hareketleri olması hükümetlerin yabancı sermaye ve özelleştirmeler konusunda rahat davranmasını engellemiştir. 1980'de Dünya emperyalist sisteminin halklara yönelik kanlı planlarından Türkiye halkları da nasibini almıştır Amerikanın güdümünde, yükselen işçi sınıfı hareketini bastırmak amaçlı faşist bir askeri cunta tertiplenmiş ve bu cuntanın devamında kapitalist tekellerin çıkarlarını koşulsuz korumak amaçlı çalışmalar başlamıştır. Yeni liberal dalgaya ayak uydurmaya çalışan Türkiye burjuvazisi siyasal kanatta ANAP hükümeti ile özelleştirmelerin önünün açılmasını sağlamıştır. ANAP ardından gelen tüm partiler Özelleştirme çalışmalarını kesintisiz devam ettirmek için üzerlerine düşen rollerini eksiksiz oynamışlardır (ki bu partilerin içinde SHP ve CHP gibi kendilerine sosyal demokrat diyen partiler de vardır).
Türkiye'de ilk özelleştirme 1985 yılında Kars Süt Mamulleri işletmesinin satılmasıdır. Bu özelleştirmenin ardından sayısız özelleştirme yapıldı, özelleştirmelerin işçi sınıfına ve emekçi halka karşı sonuçları çok ağır oldu. Piyasanın özgürleşmesi, rekabet ortamının artması, devlete yük olan KİT'lerden kurtulmak amacıyla yapılan özelleştirmeler bırakın rekabet ortamı doğurmayı açıktan büyük tekellerin ortaya çıkmasına yol açarak kamuya büyük zararlar getirmiştir.
Özelleştirmelerin en ağır sonuçlarından birisi de işsizlik olmuştur. Özelleştirmeler sonrasında patronların ilk yaptığı işçi sayılarını düşürmek ve binlerce işçiyi işsiz bırakmak olmuştur. "Toplam açısından bakıldığında, 1985-2001 dönemindeki özelleştirmelerde kamu kesiminde istihdam edilen 43.797 çalışanın bundan etkilendiği ve özelleştirme sonucunda her dört işçiden birinin işsiz kaldığı görülmektedir. 1990 yılında işletmeci KİT'lerde çalışan sayısı yaklaşık 640 bin iken, 2001 yılı itibari ile işletmeci KİT çalışanlarının yaklaşık 390 bine düştüğü göz önüne alındığında özelleştirmenin boyutu daha iyi anlaşılmış olur.
Kuşkusuz, özelleştirme olgusunu daha çarpıcı kılan ise, özelleştirme sonucu çalışan sayısının 43.797'den 31.984'e düşmüş olmasına rağmen, işletmeci KİT'lerde çalışan sayısının 640 binden 390 bine düşmesidir. 250 binlik düşüşte özelleştirmenin doğrudan katkısı sadece 11.813'tür. Bu veriler, özelleştirmenin istihdam üzerindeki en önemli etkisinin dolaylı olduğunu göstermektedir. Özelleştirilecek kurumlarda istihdam alanlarını daraltılmasına yönelik uygulamalar emeklilik, erken emeklilik, yeni işçi almama şeklinde varlık bulurken, bu nedenle yapılan "istihdam tasarrufu" 250 bine ulaşmıştır. Yani özelleştirmenin istihdam üzerinde işsizlik şeklinde otaya çıkan dolaylı etkisi doğrudan etkisinden çok daha büyüktür. Böyle olduğu için de özelleştirmenin işsizlik üzerindeki doğrudan etkisinden çok dolaylı etkisine bakmak daha doğru ve anlamlı olacaktır."(Büyük Korku: "Kara" Ölüm Veba Ya Da Özelleştirme-Yüksel Akkaya. www.sendika.org)
Sendikal hareketin özelleştirme saldırılarına örgütlü bir karşı koyuş gerçekleştirememesi de özelleştirmelerin hızını ve etkisini arttırtmıştır. Daha önce KİT'lerin satışının temel propagandası zarar eden işletmelerin elden çıkarılması şeklinde olmuşken bugün bu söylem "zarar etse de etmese de tüm işletmeleri özelleştireceğiz" şeklini almıştır.
Cumhuriyet döneminin en büyük talanı; TÜPRAŞ özelleştirmesi
Özelleştirme talanının büyüklüğüne en açık örnek şüphesiz TÜPRAŞ'ın özelleştirilmesi olmuştur. Bu özelleştirme süreci birincisi TÜPRAŞ'ın Türkiye'nin en büyük şirketi olması, ikincisi Petrol İş Sendikası'nın hukuksal mücadeleleri sebebiyle diğer tüm özelleştirmelerden belki de daha fazla kamu gündemini meşgul etti. Bu süreçte TÜPRAŞ gibi dev bir kamu kurumunun KOÇ/SHELL ortaklığına satışlının ardından Danıştay'ın iptal kararı geldi. İşte bu dönemden sonra hukuk üstünlüğünden her fırsatta dem vuran sermaye kodamanları ve onların kalemşörleri kendi hukukuna bile saldırmaya ve verilen kararın yanlışlığını bas bas bağırmaya başladı.
Kemalist çevreler ise TÜPRAŞ gibi bir kurumun yerli sermayeye gitmesine sevinilmesi gerektiğini ve buna karşı çıkmanın vatan hainliği olduğunu ileri sürerek Danıştay üzerinde baskı oluşturmaya çalıştılar (bir dönemin solcusu bugünün büyük sermaye savunucusu İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde bu tayfanın kumandanlığını yapmıştı). KOÇ grubu'nun SHELL ile yapmış olduğu özel bir sözleşme ile TÜPRAŞ'ta küçük bir hisseye sahip olan SHELL, hammadde konusunda TÜPRAŞ'ın alacağı tüm hammaddelerin %40'ının kendisinden alınmasını sağlayarak gerçek anlamda TÜPRAŞ'ta büyük bir pay almış ve böylece ulusalcıların iddialarının aksine yabancı sermaye böylesi stratejik bir kurumda büyük söz sahibi olmuştur.
Bu büyük talanı sayısal verilerle uzun uzun ortaya koyabiliriz ancak bir veri bile bu talanın büyüklüğünü ortaya koymaya yetiyor: TÜPRAŞ'ın yıllık cirosu 20 milyar dolar peki sizce TÜPRAŞ'ı alan KOÇ grubunun yıllık cirosu ne kadar? 85 yıllık sermaye birikimi kesintisiz sömürüsü ile tüm şirketlerinin toplam cirosu 18 milyar dolar.
Özelleştirmelere karşı topyekün mücadele
Sonuç olarak özelleştirmeler sermayenin işçi sınıfına ve emekçi halklara dayattığı yeni! bir saldırı furyasıdır. İşçi sınıfı ve gençlik açısından özelleştirmelerin anlamı açıktır; daha fazla çalışma, daha düşük ücret ve işsizlik baskısı. Geri kalmış ülkeler açısındansa özelleştirmelerin en büyük özelliği emperyalist tekellerin boyunduruğuna tam girmekten başka bir şey değildir.
Sermaye sınıfı özelleştirmelerle üzerine düşen rolü yerine getirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Asıl olan işçi sınıfı ve ilerici güçlerin bu saldırı karşısında ne yapması gerektiğidir. Kısaca, sermayenin bu büyük örgütlü saldırısı karşısında işçi sınıfı ve emekçi halkların çıkarlarını savunmak açısından özelleştirme karşıtı bir cephede ortak stratejilerle hareket etmek bugün daha da önem kazanmıştır. Bu sebeple tüm ilerici güçlerin bu saldırılara karşı koyması ve sermayeye karşı mücadele bayrağını yükseltmesi işçi sınıfı ve gençlik açısından hayati önemdedir.
Özelleştirmeler öz itibarı ile kapitalizmin ortaya çıkmasıyla beraber varolan, kapitalizmin doğasına uygun düşen bir olgudur. 1800'lü yıllarda, daha önce devletin mutlak hakimiyetinde olan sektörler burjuvazinin gelişmesiyle bireylerin elinde toplanmaya başlamış ve bu anlamda da ilk özelleştirmeler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde sömürgecilik yarışının hızlanmasıyla beraber Üçüncü Dünya Ülkelerinin hammaddeleri yeni yeni ortaya çıkan bu şirketler tarafından talan edilmeye başlanmış yeni oluşmaya başlayan kapitalist devlet sistemi de kendi kurallarını oluşturmaya ve uygulamaya başlamıştır.
1920'lerde Üçüncü Dünya Ülkelerindeki kurtuluş hareketleri sonucunda yeni devletler ortaya çıkmıştır. Uzun süre emperyalist sömürünün kucağında gelişimi engellenen bu ülkeler kendi öz kaynaklarını geliştiremediklerinden diğer bir deyişle tamamen dışa bağımlı olmalarından dolayı ilk süreçlerinde büyük sıkıntıların içine düşmüşlerdir. Bu dönemde bu devletler kendi ulusal sanayilerini geliştirmek için çıkış yollarını da aramışlardır. "Gelişme yolundaki ülkeler, bağımsızlıklarının ertesinde, sömürgeciliğin bu mirasıyla karşı karşıya kaldılar; ekonomik durumları çoğu zaman trajikti. Ekonomileri sanayinin kilit dallarını tutan yabancı kapitalistlerin egemenliğindeydi. Ekonomik ve toplumsal yapıları bütünüyle dönüştürmek gerekiyordu; gelişmenin temellerini; ekonomik bağımsızlığın temellerini kurmak gerekiyordu; ve genç devletler, kendi kendilerine yatırım yapmak için zorunlu olan araçlara sahip değillerdi; ulusal kapitalistler de pahalı ve uzun vadeli yatırımlara girmek istemiyor ya da giremiyorlardı."(Gelişmekte Olan Ülkeler: Devlet Sektörü ve Sendikaların Rolü. Sayfa 8, Ürün yayınları 1977.)
Türkiye'nin de içinde bulunduğu bu ülkelerde yukarıda da değinilen sebeplerle devlet sektörü özel sermayenin önüne geçirilerek geliştirilmeye başlanmıştır. Bu geçiş formu Türkiye'de burjuvazinin geliştirilmesi ve kapitalist sistemin oturtulması amacıyla yapılmış ve büyük emperyalist devletler tarafından Türkiye örneği diğer Üçüncü Dünya Ülkelerine sosyalizme karşı üçüncü bir yol olarak sunulmuş ve desteklenmiştir. Emperyalist devletler yeni bağımsızlığını kazanan bu devletlere ekonomik yardımlar adı altında hibelerde bulunmuş ve böylece bunların bir çoğunu tekrar sömürünün kıskaçlarına sokmuştur (Marşal yardımı gibi). Teknolojik açıdan geri bırakılmış olan Üçüncü Dünya Ülkelerinde hammadde üretimi arttırılmış bunun karşılığında gelişmiş ülkelerden işlenmiş ürün alınmıştır ancak hammadde ile işlenmiş ürün arasındaki fiyat uçurumu bu ülkeleri ekonomik açıdan gittikçe daha kötü durumlara düşürmüştür.
1970'lere gelindiğinde sosyalist sistemin büyük etkisiyle Üçüncü Dünya Ülkeleri kapitalist sisteme karşı tekrar bir kamulaştırma kampanyasına girmiş Afrika, Latin Amerika ve Uzak Doğu ülkelerinde millileştirmeler yoluyla dev işletmeler kapitalist tekellerin elinden alınmaya başlanmıştır. Bu durum kapitalist sistemi yapısal bir krizin içine girmesine etkide bulunmuştur. Bu dönemde emperyalizm halklara karşı yoğun ve vahşi bir biçimde askeri darbeler planlamış ve hayata geçirmiştir. Bu askeri darbeler birbiri ile bağlantılı iki amaç güdüyordu; birincisi, bu ülkelerdeki ilerici yükselişi yok etmek ve halkı baskı altına almak, ikincisi ise başlatılan kamulaştırma hareketini durdurup karlı işletmelerin tekrar büyük tekellere verilmesini sağlamaktı. Emperyalizmin bu kanlı girişimi kapitalist sistemin yeni cilasıyla ortaya attığı özelleştirme furyasının önemli ayaklarından birisini oluşturmuştur.
Bu "yenilenmiş" özelleştirme, dünyada Thatcher ve Reagan tarafından pratik olarak uygulanmaya geçirilmiş, rekabet ortamının arttırılması ve devletin küçültülmesi safsatalarıyla Üçüncü Dünya Ülkelerine dayatılmıştır. Bunalıma giren kapitalist sisteme nefes aldırmak amacıyla ortaya çıkarılan bu "yenilenmiş" düşünce, halkın çıkarları açısından özel sektörün insafına terk edilemeyecek sektörleri de devlet elinden çıkarılıp özel sektöre bırakılmasını öngörmüş; sağlık, sosyal güvenlik, enerji gibi sektörler özelleştirme kapsamına alınmıştır.
Yapısal krizinden çıkma amaçlı kapitalist sistem tarafından dayatılan bu yeni! anlayış sosyalist sistemin dağılmasının ardından halkların yaşadığı şokla birlikte kapitalist sisteme belirli açılardan başarı da kazandırmıştır. Bu geçici şok dalgasının ardından özelleştirmelerin büyük bir balondan başka bir şey olmadığı dışa bağımlı ülkeleri daha da köleleştirmekten başka bir işe yaramadığı görülmeye başlandı ve özelleştirmelere dünya çapında karşı koyuşlar başladı. Bugün bu özelleştirme karşıtı kampanyaların başını çeken Latin Amerika'daki Venezüella gibi ülkeler yabancı sermayenin elindeki işletmeleri tekrar kamulaştırarak dünya halklarına yeniden emperyalist tekellere karşı halkın çıkarlarının korunması geleneğini yaşatmaya ve diğer ülkelere de bu geleneği yaymaya başladılar.
Ülkemizde özelleştirmelerin geçmişi ve bugünü
Ülkemizde de özelleştirmeler açısından izlenen süreç diğer Üçüncü Dünya Ülkelerinden farklı olmamıştır. 1950lerden günümüze iktidar partilerinin hepsinde yabancı sermayeyi ülkemize çekmek bir hedef olarak gösterilmiştir. Bu süreç sırasında Türkiye'de gerek 60'ların sonu gerekse 70'ler boyunca büyük işçi hareketleri olması hükümetlerin yabancı sermaye ve özelleştirmeler konusunda rahat davranmasını engellemiştir. 1980'de Dünya emperyalist sisteminin halklara yönelik kanlı planlarından Türkiye halkları da nasibini almıştır Amerikanın güdümünde, yükselen işçi sınıfı hareketini bastırmak amaçlı faşist bir askeri cunta tertiplenmiş ve bu cuntanın devamında kapitalist tekellerin çıkarlarını koşulsuz korumak amaçlı çalışmalar başlamıştır. Yeni liberal dalgaya ayak uydurmaya çalışan Türkiye burjuvazisi siyasal kanatta ANAP hükümeti ile özelleştirmelerin önünün açılmasını sağlamıştır. ANAP ardından gelen tüm partiler Özelleştirme çalışmalarını kesintisiz devam ettirmek için üzerlerine düşen rollerini eksiksiz oynamışlardır (ki bu partilerin içinde SHP ve CHP gibi kendilerine sosyal demokrat diyen partiler de vardır).
Türkiye'de ilk özelleştirme 1985 yılında Kars Süt Mamulleri işletmesinin satılmasıdır. Bu özelleştirmenin ardından sayısız özelleştirme yapıldı, özelleştirmelerin işçi sınıfına ve emekçi halka karşı sonuçları çok ağır oldu. Piyasanın özgürleşmesi, rekabet ortamının artması, devlete yük olan KİT'lerden kurtulmak amacıyla yapılan özelleştirmeler bırakın rekabet ortamı doğurmayı açıktan büyük tekellerin ortaya çıkmasına yol açarak kamuya büyük zararlar getirmiştir.
Özelleştirmelerin en ağır sonuçlarından birisi de işsizlik olmuştur. Özelleştirmeler sonrasında patronların ilk yaptığı işçi sayılarını düşürmek ve binlerce işçiyi işsiz bırakmak olmuştur. "Toplam açısından bakıldığında, 1985-2001 dönemindeki özelleştirmelerde kamu kesiminde istihdam edilen 43.797 çalışanın bundan etkilendiği ve özelleştirme sonucunda her dört işçiden birinin işsiz kaldığı görülmektedir. 1990 yılında işletmeci KİT'lerde çalışan sayısı yaklaşık 640 bin iken, 2001 yılı itibari ile işletmeci KİT çalışanlarının yaklaşık 390 bine düştüğü göz önüne alındığında özelleştirmenin boyutu daha iyi anlaşılmış olur.
Kuşkusuz, özelleştirme olgusunu daha çarpıcı kılan ise, özelleştirme sonucu çalışan sayısının 43.797'den 31.984'e düşmüş olmasına rağmen, işletmeci KİT'lerde çalışan sayısının 640 binden 390 bine düşmesidir. 250 binlik düşüşte özelleştirmenin doğrudan katkısı sadece 11.813'tür. Bu veriler, özelleştirmenin istihdam üzerindeki en önemli etkisinin dolaylı olduğunu göstermektedir. Özelleştirilecek kurumlarda istihdam alanlarını daraltılmasına yönelik uygulamalar emeklilik, erken emeklilik, yeni işçi almama şeklinde varlık bulurken, bu nedenle yapılan "istihdam tasarrufu" 250 bine ulaşmıştır. Yani özelleştirmenin istihdam üzerinde işsizlik şeklinde otaya çıkan dolaylı etkisi doğrudan etkisinden çok daha büyüktür. Böyle olduğu için de özelleştirmenin işsizlik üzerindeki doğrudan etkisinden çok dolaylı etkisine bakmak daha doğru ve anlamlı olacaktır."(Büyük Korku: "Kara" Ölüm Veba Ya Da Özelleştirme-Yüksel Akkaya. www.sendika.org)
Sendikal hareketin özelleştirme saldırılarına örgütlü bir karşı koyuş gerçekleştirememesi de özelleştirmelerin hızını ve etkisini arttırtmıştır. Daha önce KİT'lerin satışının temel propagandası zarar eden işletmelerin elden çıkarılması şeklinde olmuşken bugün bu söylem "zarar etse de etmese de tüm işletmeleri özelleştireceğiz" şeklini almıştır.
Cumhuriyet döneminin en büyük talanı; TÜPRAŞ özelleştirmesi
Özelleştirme talanının büyüklüğüne en açık örnek şüphesiz TÜPRAŞ'ın özelleştirilmesi olmuştur. Bu özelleştirme süreci birincisi TÜPRAŞ'ın Türkiye'nin en büyük şirketi olması, ikincisi Petrol İş Sendikası'nın hukuksal mücadeleleri sebebiyle diğer tüm özelleştirmelerden belki de daha fazla kamu gündemini meşgul etti. Bu süreçte TÜPRAŞ gibi dev bir kamu kurumunun KOÇ/SHELL ortaklığına satışlının ardından Danıştay'ın iptal kararı geldi. İşte bu dönemden sonra hukuk üstünlüğünden her fırsatta dem vuran sermaye kodamanları ve onların kalemşörleri kendi hukukuna bile saldırmaya ve verilen kararın yanlışlığını bas bas bağırmaya başladı.
Kemalist çevreler ise TÜPRAŞ gibi bir kurumun yerli sermayeye gitmesine sevinilmesi gerektiğini ve buna karşı çıkmanın vatan hainliği olduğunu ileri sürerek Danıştay üzerinde baskı oluşturmaya çalıştılar (bir dönemin solcusu bugünün büyük sermaye savunucusu İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde bu tayfanın kumandanlığını yapmıştı). KOÇ grubu'nun SHELL ile yapmış olduğu özel bir sözleşme ile TÜPRAŞ'ta küçük bir hisseye sahip olan SHELL, hammadde konusunda TÜPRAŞ'ın alacağı tüm hammaddelerin %40'ının kendisinden alınmasını sağlayarak gerçek anlamda TÜPRAŞ'ta büyük bir pay almış ve böylece ulusalcıların iddialarının aksine yabancı sermaye böylesi stratejik bir kurumda büyük söz sahibi olmuştur.
Bu büyük talanı sayısal verilerle uzun uzun ortaya koyabiliriz ancak bir veri bile bu talanın büyüklüğünü ortaya koymaya yetiyor: TÜPRAŞ'ın yıllık cirosu 20 milyar dolar peki sizce TÜPRAŞ'ı alan KOÇ grubunun yıllık cirosu ne kadar? 85 yıllık sermaye birikimi kesintisiz sömürüsü ile tüm şirketlerinin toplam cirosu 18 milyar dolar.
Özelleştirmelere karşı topyekün mücadele
Sonuç olarak özelleştirmeler sermayenin işçi sınıfına ve emekçi halklara dayattığı yeni! bir saldırı furyasıdır. İşçi sınıfı ve gençlik açısından özelleştirmelerin anlamı açıktır; daha fazla çalışma, daha düşük ücret ve işsizlik baskısı. Geri kalmış ülkeler açısındansa özelleştirmelerin en büyük özelliği emperyalist tekellerin boyunduruğuna tam girmekten başka bir şey değildir.
Sermaye sınıfı özelleştirmelerle üzerine düşen rolü yerine getirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Asıl olan işçi sınıfı ve ilerici güçlerin bu saldırı karşısında ne yapması gerektiğidir. Kısaca, sermayenin bu büyük örgütlü saldırısı karşısında işçi sınıfı ve emekçi halkların çıkarlarını savunmak açısından özelleştirme karşıtı bir cephede ortak stratejilerle hareket etmek bugün daha da önem kazanmıştır. Bu sebeple tüm ilerici güçlerin bu saldırılara karşı koyması ve sermayeye karşı mücadele bayrağını yükseltmesi işçi sınıfı ve gençlik açısından hayati önemdedir.
Diğer Haberler
Lübnan'da düşene dövüşene bin selam!Şiddet Yükselirken:Kürt SorunuNÜKLEERİN KARANLIK TARİHİKOLEKTİF BİLİNÇ-HAREKET FORUMKapitalizmin işçi sınıfına ve emekçi halklara saldırısının adı: Özelleştirmeİşte dünyaya seslenen bir kadının vahşeti durdurun çığlığıİsrail elçisi geri çağrılsın!Direnmenin Tarihi yeniden yazılırken...Devrim Ateşi Ortadoğu'dan Yükselecek!DDGF'NİN LÜBNAN'DA YAŞANAN VAHŞETE İLİŞKİN AÇIKLAMASI: