Tarih: 08.05.2011 | Kategori:
Kültür Sanat
"Devrimden Sonra" ya da SİP devrim yaparsa...
"Devrimden Sonra Türkiye'de gerçekleşebilecek bir devrimin hayata ve sokağa nasıl yansıyabileceğini, devrimin, sıradan insanların, işçilerin, gençlerin, emeklilerin hayatlarında neleri değiştirebileceğini anlatıyor." Film, yapımcısı tarafından böyle tanıtılıyor.
Bir süreden beri üzerine yazılıp çizilen, Sosyalist İktidar Partisi (SİP) çevresine ait olan Nazım Hikmet Kültür Merkezi tarafından desteklenen film "Devrimden Sonra" 6 Mayıs'ta 10 ilde, çeşitli sinema salonlarında gösterime girdi. Taşıdığı iddialı isim ve konusu nedeniyle "Devrimden Sonra" belli bir merak uyandırmıştı. Nihayet film gösterime girdi. Ancak daha ikinci gününde yarısı ancak dolu olan Beyoğlu Sinaması salonundan çıkan izleyicilerin yüzündeki ifadeye bakılacak olduğunda izleyenlerde derin bir hayal kırıklığı yarattığını görmek mümkün.
Sözü fazla uzatmadan konuya girersek; filmde yaklaşık olarak 12 ayrı hikaye anlatılıyor. Uzun metrajlı çekilmesine rağmen bir filmden beklenilen bütünlüklü anlatımdan uzak; birkaç kısa filmin yan yana konulmasından oluşturulmuş bir hava hakim. Büyük bölümü kapalı mekanlarda ve tek plan olarak yapılan çekimler zaten kopuk olan senaryoya ek olarak teknik olarak da zayıf bir görüntü veriyor. Elbette ki bir Eisenstein veya Pudovkin filmi görmeyi beklemesek de "içinden devrim geçen" bir yapımda devrim yapmış olan emekçilerin coşkusunu yakalayabileceğiniz bir toplu çekim veya kalabalık bir dış mekan çekimi görmemek filmin çok durağan olan havasını biraz daha yavaşlatıyor. Hakkını yemeyelim; bir ara pencere içinden sokağa yönelen kamera sokaktaki on - on beş kadar öğrenciyi görüyor. Ne yazdığı belli olmayan iki üç tane döviz taşıyan bu gençlerin, sosyalist iktidarı kutlayan öğrenciler olduğunu görüntülerden değil, sonrasında gelen diyalogta anlamak mümkün oluyor. Sinamanın görsel gücü bu olmasa gerek!
SİP devrim yaparsa...
Film üzerine söylenebilecek, eleştirilebilecek çok ama çok şey var. Zaten diğer sosyalist kültür çevrelerinde de her halde bu eleştiriler ilerleyen günlerde yoğun olarak yapılacaktır. Ancak film sanatsal değerlendirmelerin çok ötesinde SİP'in, komünistlerce yıllar yılı eleştirilen "steril", "beyaz türk" devrimciliğinin filme alınmış hali gibi. Bu yönüyle insan filmi izlerken "SİP devrim yapsa, demek böyle olur" demekten kendini alamıyor.
Anlatılmayan ama bahsi geçen devrimin çok kısa bir süre önce gerçekleştirildiği anlaşılıyor. En azından diyaloglardan öyle çıkıyor. İlk dikkati çeken, yılladır faşist ve dinci çetelerin, emekçilere ve ilericilere karşı kanlı saldırılar düzenlediği, Amerikan emperyalizminin açık ve gizli operasyonlarının hiç bitmediği ülkede devrime rağmen coşkusuz, kuru bir rahatlık havasının hakim olması. O kadar ki, devrimin "biraz gecikmeli" uğradığı anlaşılan bir Anadolu köyünde toprak reformuyla ilgili olarak komünistleri arayan bir köylü "köyün komünisti" olan figürü köy kahvesinde okey masasında buluyor. O da konunun kendisini aştığını beyan edip, köylüyü en yakındaki komiteye yolluyor. Her halde kendisi de sonrasında okey masasına geri dönüyor! Elbette komünister hem devrimden önce hem devrimden sonra okey oynayabillirler. Ancak meseleyi sinema dilinde bu şekilde ortaya koyduğunuzda insanın Türkiye'de yapılacak bir devrimin ne kadar "rahat ve huzurlu" koşullarda olacağına olan inancı pekişmeden edemiyor.
İzleyiciler olarak anlıyoruz ki dünyadaki nerdeyse tüm devrimlerden sonra karşılaşılan muazzam sıkıntılar örneğin emperyalizmin ağır ambargoları, iç savaş tehdidi, gerici ayaklanmalar vb. provakasyonlarla çok şükürki biz pek muhattap olmayacağız. Eskaza karşılaşırsak bunlar da münferit vakalar olacaktır. Bunlardan birisi olarak portreler arasına giren faşist tetikçinin ise ne yapmaya çalıştığı anlaşılamamakla birlikte, devrim milislerinin -veya polisinin- bir üniversite hocasını öldürmüş olan tetikçiye karşı aşırı iyimser ve keşke daha çok okusaydın şeklindeki "sitemi" ile diyoloğun yaklaşık olarak bu şekilde sonlanması "anlaşılması gerçekten zor" bir sahne olarak akıllarda kalıyor.
Demek oluyor ki devrimimiz "huzur kaçırıcı" eylemlere fazlaca muhattap olmayacağı gibi toprakların ortaklaştırılması, şehirlerde ve köylerde sermaye egemenliğinin tasfiyesi, faşist çetelerin tasfiyesi de merkezi iktidar tarafından süreç içerisinde "bir ara" çözülebilecek detaylardan öte bir şey değilmiş.
Devrimden sonra "Kürt" olacak mı?
Yukarıdaki kısa anlatımdan çıkacağı üzere devrimden sonraki havaya bakılacak olduğunda anlatılan ülkenin Türkiye değil de başka bir memleket olduğu fikri geliyor akla. Ancak devrimden aylar sonra dahi kör gözünün içine sokulurcasına -özellikle de askeri kışla sahnesinde- kullanılan "Türk bayrağı" ve "Atatürk posteri" memleket "gerçekliğini" bize hemen hatırlatıveriyor.
Filmden çıkan dersler bununla da sınırlı değil. Devrim, sihirli değneğiyle tüm sorunları silahsız, kavgasız gürültüsüz rahatlıkla çözdüğü gibi yüzlerce yıllık Kürt sorununu da bir çırpıda çözer! Nasıl anlıyoruz? Çok basit; 12 ayrı hikayenin anlatıldığı flimde bir tane bile Kürt olmadığı gibi ima olarak bile "ulusal soruna" rastlamak mümkün değil. Tek bir sahnede, "anadil hakkının da tanındığına" ilişkin yıldırım hızıyla geçen bir televizyon duyurusunun dışında konunun işlenmemesi gerçekten çok düşündürücü. Bu sahneleri filmin vizyona girdiği Diyarbakır'daki Kürt izleyicilerin nasıl duygularla izleyeceği ise daha da düşündürücü.
İşçi sınıfı iktidar olmuş haberiniz var mı?
Filmde sık sık kullanılan sosyalist iktidar ve sosyalist cumhuriyet lafları olmasa ortada bir emekçi devrimi olduğunu anlamak hakikaten zor olacakmış. Zira filmin belki de en enteresan sahnelerinden birisi, bir fabrika / atölyede geçiyor. İşçileri akşam yapılacak komite toplantısına çağıran iki tane komünist işyerine girip çalışan işçilere devrimci komitenin kararlarını mübaşir edasıyla "tebliğ ederken" bir diğeri ise olayı anlamaya çalışan işçilere büyük bir el çabukluğuyla broşürlerini dağıtıyor. Böylece sosyalist iktidar işçilerin kendi yaptıkları iddia olunan devrimde "bilinçlenme sorununu da" aşmış oluyor. İnsan bu sahneden sonra sormadan edemiyor. İyi de bu devrimi işçi sınıfı partisi, sınıfla birlikte yapmamış mıydı? Hadi öznel koşullar falan derken sınıfı tam kapsamak mümkün olmadı da koca işyerinde bir tane de mi komünist yoktu? Tamam tamam o da yoktu; devrimi yapacak kadar güçlü olan partinin etkisinde bir tane de mi sendika bulunmaz. Orada üye bir tane de mi sendikalı işçi yok? Pardon, hayatı çok zorladık galiba... Alt tarafı devrim yapmıştık ne de olsa.
İşçi sınıfı olmadan işçi sınıfı devrimciliği olur mu? Yıllardır SİP için söylenenen "işçisiz işçi sınıfı devrimciliği" nasıl bir şeydir; anlayıp görmek için çok öğretici bir sahne doğrusu.
Hep mi kötü kardeşim, hiç mi güzel şey yok filmde?
Elbette ki başta da belirttiğimiz gibi devrimden sonraya ilişkin bir ütopyanın tartışılması başlı başına iyi ve olumlu bir fikir. Bu bağlamda filmde oynayan ve sayıları gerçekten de çok az olmayan oyuncuların ve filme teknik anlamda emek verenlerin çabasını küçümsemek haksızlık olacaktır. Fakat Türkiye gibi tarihi darbelerle, karşı devrimci örgütlenmelerin karanlık operasyonlarıyla, bunun karşısında da şanlı direniş ve başkaldırılarla dolu olan bir ülkede yapılacak devrimden sonrasını anlatmak ve anlamak daha ciddiye alınması gereken bir iştir.
"Devrimden Sonra'dan" ilerici sanatçılar, sinemacılar ve izleyiciler için daha öznel bir sonuç çıkartmak da mümkün. O da; nasıl ki sosyalizm ve devrim; ulusalcılığı, Kemalizmi, sol sosyal demokrasiyi yeniden üretme arayışında olanlara bırakılamayacak kadar değerli ve ciddi bir iş ise; devrimci sanat alanı da "bir hevesle yola koyulanlara" terkedilemeyecek kadar ciddi bir alan olmaya devam etmektedir.
Bir süreden beri üzerine yazılıp çizilen, Sosyalist İktidar Partisi (SİP) çevresine ait olan Nazım Hikmet Kültür Merkezi tarafından desteklenen film "Devrimden Sonra" 6 Mayıs'ta 10 ilde, çeşitli sinema salonlarında gösterime girdi. Taşıdığı iddialı isim ve konusu nedeniyle "Devrimden Sonra" belli bir merak uyandırmıştı. Nihayet film gösterime girdi. Ancak daha ikinci gününde yarısı ancak dolu olan Beyoğlu Sinaması salonundan çıkan izleyicilerin yüzündeki ifadeye bakılacak olduğunda izleyenlerde derin bir hayal kırıklığı yarattığını görmek mümkün.
Sözü fazla uzatmadan konuya girersek; filmde yaklaşık olarak 12 ayrı hikaye anlatılıyor. Uzun metrajlı çekilmesine rağmen bir filmden beklenilen bütünlüklü anlatımdan uzak; birkaç kısa filmin yan yana konulmasından oluşturulmuş bir hava hakim. Büyük bölümü kapalı mekanlarda ve tek plan olarak yapılan çekimler zaten kopuk olan senaryoya ek olarak teknik olarak da zayıf bir görüntü veriyor. Elbette ki bir Eisenstein veya Pudovkin filmi görmeyi beklemesek de "içinden devrim geçen" bir yapımda devrim yapmış olan emekçilerin coşkusunu yakalayabileceğiniz bir toplu çekim veya kalabalık bir dış mekan çekimi görmemek filmin çok durağan olan havasını biraz daha yavaşlatıyor. Hakkını yemeyelim; bir ara pencere içinden sokağa yönelen kamera sokaktaki on - on beş kadar öğrenciyi görüyor. Ne yazdığı belli olmayan iki üç tane döviz taşıyan bu gençlerin, sosyalist iktidarı kutlayan öğrenciler olduğunu görüntülerden değil, sonrasında gelen diyalogta anlamak mümkün oluyor. Sinamanın görsel gücü bu olmasa gerek!
SİP devrim yaparsa...
Film üzerine söylenebilecek, eleştirilebilecek çok ama çok şey var. Zaten diğer sosyalist kültür çevrelerinde de her halde bu eleştiriler ilerleyen günlerde yoğun olarak yapılacaktır. Ancak film sanatsal değerlendirmelerin çok ötesinde SİP'in, komünistlerce yıllar yılı eleştirilen "steril", "beyaz türk" devrimciliğinin filme alınmış hali gibi. Bu yönüyle insan filmi izlerken "SİP devrim yapsa, demek böyle olur" demekten kendini alamıyor.
Anlatılmayan ama bahsi geçen devrimin çok kısa bir süre önce gerçekleştirildiği anlaşılıyor. En azından diyaloglardan öyle çıkıyor. İlk dikkati çeken, yılladır faşist ve dinci çetelerin, emekçilere ve ilericilere karşı kanlı saldırılar düzenlediği, Amerikan emperyalizminin açık ve gizli operasyonlarının hiç bitmediği ülkede devrime rağmen coşkusuz, kuru bir rahatlık havasının hakim olması. O kadar ki, devrimin "biraz gecikmeli" uğradığı anlaşılan bir Anadolu köyünde toprak reformuyla ilgili olarak komünistleri arayan bir köylü "köyün komünisti" olan figürü köy kahvesinde okey masasında buluyor. O da konunun kendisini aştığını beyan edip, köylüyü en yakındaki komiteye yolluyor. Her halde kendisi de sonrasında okey masasına geri dönüyor! Elbette komünister hem devrimden önce hem devrimden sonra okey oynayabillirler. Ancak meseleyi sinema dilinde bu şekilde ortaya koyduğunuzda insanın Türkiye'de yapılacak bir devrimin ne kadar "rahat ve huzurlu" koşullarda olacağına olan inancı pekişmeden edemiyor.
İzleyiciler olarak anlıyoruz ki dünyadaki nerdeyse tüm devrimlerden sonra karşılaşılan muazzam sıkıntılar örneğin emperyalizmin ağır ambargoları, iç savaş tehdidi, gerici ayaklanmalar vb. provakasyonlarla çok şükürki biz pek muhattap olmayacağız. Eskaza karşılaşırsak bunlar da münferit vakalar olacaktır. Bunlardan birisi olarak portreler arasına giren faşist tetikçinin ise ne yapmaya çalıştığı anlaşılamamakla birlikte, devrim milislerinin -veya polisinin- bir üniversite hocasını öldürmüş olan tetikçiye karşı aşırı iyimser ve keşke daha çok okusaydın şeklindeki "sitemi" ile diyoloğun yaklaşık olarak bu şekilde sonlanması "anlaşılması gerçekten zor" bir sahne olarak akıllarda kalıyor.
Demek oluyor ki devrimimiz "huzur kaçırıcı" eylemlere fazlaca muhattap olmayacağı gibi toprakların ortaklaştırılması, şehirlerde ve köylerde sermaye egemenliğinin tasfiyesi, faşist çetelerin tasfiyesi de merkezi iktidar tarafından süreç içerisinde "bir ara" çözülebilecek detaylardan öte bir şey değilmiş.
Devrimden sonra "Kürt" olacak mı?
Yukarıdaki kısa anlatımdan çıkacağı üzere devrimden sonraki havaya bakılacak olduğunda anlatılan ülkenin Türkiye değil de başka bir memleket olduğu fikri geliyor akla. Ancak devrimden aylar sonra dahi kör gözünün içine sokulurcasına -özellikle de askeri kışla sahnesinde- kullanılan "Türk bayrağı" ve "Atatürk posteri" memleket "gerçekliğini" bize hemen hatırlatıveriyor.
Filmden çıkan dersler bununla da sınırlı değil. Devrim, sihirli değneğiyle tüm sorunları silahsız, kavgasız gürültüsüz rahatlıkla çözdüğü gibi yüzlerce yıllık Kürt sorununu da bir çırpıda çözer! Nasıl anlıyoruz? Çok basit; 12 ayrı hikayenin anlatıldığı flimde bir tane bile Kürt olmadığı gibi ima olarak bile "ulusal soruna" rastlamak mümkün değil. Tek bir sahnede, "anadil hakkının da tanındığına" ilişkin yıldırım hızıyla geçen bir televizyon duyurusunun dışında konunun işlenmemesi gerçekten çok düşündürücü. Bu sahneleri filmin vizyona girdiği Diyarbakır'daki Kürt izleyicilerin nasıl duygularla izleyeceği ise daha da düşündürücü.
İşçi sınıfı iktidar olmuş haberiniz var mı?
Filmde sık sık kullanılan sosyalist iktidar ve sosyalist cumhuriyet lafları olmasa ortada bir emekçi devrimi olduğunu anlamak hakikaten zor olacakmış. Zira filmin belki de en enteresan sahnelerinden birisi, bir fabrika / atölyede geçiyor. İşçileri akşam yapılacak komite toplantısına çağıran iki tane komünist işyerine girip çalışan işçilere devrimci komitenin kararlarını mübaşir edasıyla "tebliğ ederken" bir diğeri ise olayı anlamaya çalışan işçilere büyük bir el çabukluğuyla broşürlerini dağıtıyor. Böylece sosyalist iktidar işçilerin kendi yaptıkları iddia olunan devrimde "bilinçlenme sorununu da" aşmış oluyor. İnsan bu sahneden sonra sormadan edemiyor. İyi de bu devrimi işçi sınıfı partisi, sınıfla birlikte yapmamış mıydı? Hadi öznel koşullar falan derken sınıfı tam kapsamak mümkün olmadı da koca işyerinde bir tane de mi komünist yoktu? Tamam tamam o da yoktu; devrimi yapacak kadar güçlü olan partinin etkisinde bir tane de mi sendika bulunmaz. Orada üye bir tane de mi sendikalı işçi yok? Pardon, hayatı çok zorladık galiba... Alt tarafı devrim yapmıştık ne de olsa.
İşçi sınıfı olmadan işçi sınıfı devrimciliği olur mu? Yıllardır SİP için söylenenen "işçisiz işçi sınıfı devrimciliği" nasıl bir şeydir; anlayıp görmek için çok öğretici bir sahne doğrusu.
Hep mi kötü kardeşim, hiç mi güzel şey yok filmde?
Elbette ki başta da belirttiğimiz gibi devrimden sonraya ilişkin bir ütopyanın tartışılması başlı başına iyi ve olumlu bir fikir. Bu bağlamda filmde oynayan ve sayıları gerçekten de çok az olmayan oyuncuların ve filme teknik anlamda emek verenlerin çabasını küçümsemek haksızlık olacaktır. Fakat Türkiye gibi tarihi darbelerle, karşı devrimci örgütlenmelerin karanlık operasyonlarıyla, bunun karşısında da şanlı direniş ve başkaldırılarla dolu olan bir ülkede yapılacak devrimden sonrasını anlatmak ve anlamak daha ciddiye alınması gereken bir iştir.
"Devrimden Sonra'dan" ilerici sanatçılar, sinemacılar ve izleyiciler için daha öznel bir sonuç çıkartmak da mümkün. O da; nasıl ki sosyalizm ve devrim; ulusalcılığı, Kemalizmi, sol sosyal demokrasiyi yeniden üretme arayışında olanlara bırakılamayacak kadar değerli ve ciddi bir iş ise; devrimci sanat alanı da "bir hevesle yola koyulanlara" terkedilemeyecek kadar ciddi bir alan olmaya devam etmektedir.