Tarih: 26.10.2007 | Kategori:
İnceleme - Yorum
1 Eylül'ün anlamı

dedirtecek düzeyde oldu. Bu ikinci emperyalist paylaşım savaşına 61 ülke katıldı. Bu 61 ülkenin nüfusu dünya nüfusunun da yaklaşık %80'ini oluşturuyordu. Savaşta 27 milyonu cephede olmak üzere 55 milyon insan öldü. Bu 55 milyonunda 20 milyonu ve tüm kayıpların %40'ı Sovyetler Birliği yurttaşıydı. İkinci Dünya savaşının sonuçlarından biri arkada bırakılan milyonlarca ölü olmuşsa, diğer bir sonucu da bu milyonlarca cesedin, kan ve gözyaşının üzerinde yükselmekte olan Alman Nazizmini ve Japon militarizminin ezilmesi oldu. Emperyalist gericiliğin bu en saldırgan iki gücü Sovyetler Birliği tarafından yenilmesiydi, kana buladıkları topraklar daha da genişleyecek ve insanlığı yok edecek bir aşamaya gelecekti. Bu savaşta ölen 55 milyonun 27 milyonunu cephedekiler 28 milyonunu ise siviller oluşturuyordu. Bu 28 milyon sivilin içinde kadınlar, yaşlılar çocuklar vardı.. Bu 28 milyonun içinde Fransızlar, İngilizler, Almanlar, Ruslar, Çekler, Slovaklar, İtalyanlar vardı. Bu 28 milyonun içinde Hıristiyanlar, Yahudiler, Müslümanlar, Budistler vardı. Görüldüğü gibi savaş farklı milliyetlerden farklı dinlerden insanların kanları ve canları üzerine inşa edilmiştir. Diğer bir değişle savaş dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşayan insanlara aynı yıkımları aynı acıları tattırmış aynı gözyaşlarını döktürmüştü. Yani kısaca insanlığın çektiği acıların kaynağında büyük bir oranla savaşların yer aldığını görüyoruz. Ama tamda işte bu noktada sorulması gereken asıl soru karşımıza çıkıyor. İnsanlığı yıkıma ve yok oluşa götürecek başat etken savaşlarsa savaşları ortaya çıkaran dinamikler savaş gerçekliğinin altında yatan temel nedenler nelerdir.? İnsanlık tarihi boyunca bu güne kadar yapılan ve bugün hala devam eden savaşların temel nedeni bir toprak parçası üzerinde hakimiyet kurmaktır. Yani sınıflı toplumun ortaya çıkmasından günümüze kadar kabileler topluluklar, krallıklar, beylikler ve son olarak ta ulus devletler her hangi bir maddi ya da manevi somut ya da soyut varlığa sahip olmak için, onun üzerinde egemenliklerini kullanmak için ona hükmedebilmek birbirleriyle ya da birleşerek diğerleriyle savaştılar. Yani bu mülk edinme hırsı aynı zamanda devletler arası düşmanlığı, çekişmeyi, rekabeti ve savaşı yaratan temel dinamiktir. Diğer bir deyişle söylemimizi daha da netleştirecek olursak "savaşı doğuran etken özel mülkiyettir." Özel mülkiyet aynı zamanda kapitalist sistemin de temeli olduğundan özel mülkiyet üzerine inşa olan kapitalizm yok edilmeden gerçekten adil demokratik insan haklarına saygılı hiçbir dışsal zorlama olmadan halkların egemen eşitliğine dayalı, aynı zamanda halkların dayanışma ve işbirliğini öngören evrensel bir barıştan söz etmekte mümkün değildir. Somut örnekler üzerinden gidecek olursak Nazım Hikmet 2. Dünya Savaşı'nın nedenlerini tasvir ettiği bir şiirinde şöyle diyordu: "Alman bankaları ve tröstleri kendilerini tehlikede görmeseydiler ve desteklenmeseydiler komünistlere karşı kavgalarında İngiliz, Fransız, Amerikan ortakları tarafından Hitler bugünkü Hitler olabilir miydi?" Şu açık bir gerçeki Hitler Alman militarizmini sadece kendisinin kurdurduğu ordu-sanayi kompleksleriyle yaratmadı. Alman militarizminin yaratılmasında bugün olduğu gibi o dönemde de silah sanayine yatırım yapan sermaye gruplarının, şirketlerin birincil olmasa da çok önemli katkıları olmuştur. Ve o gün insanlığın yıkımı, göz yaşı ve kanının üzerine silah üreten ve tek amacı kârlarına kâr katmak olan ordu sanayi kompleksi sahiplerinin bugün sadece isimleri değişti. Amaçları yine aynı: halkların arasına düşmanlık tohumları ekmek, insanlığın bütün maddi ve manevi yaratımlarını yok etmek ve insanlık ailesine fütursuzca barışın sadece iki savaş arasındaki bir zaman dilimi olduğunu empoze etmek . Kapitalist blok geçmişte ve bugün sosyalistlerin barış taleplerini her zaman bir taktik olarak algılamış, savaşı ise uluslar arası diplomasinin bir aracı olarak kabul etmiştir. Sovyetler Birliği yıkılmadan önce varolan çift kutuplu dünyada kapitalist devletler sosyalist devletlerin silahsızlanma, halklar arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliğinin geliştirilmesi, her ülkede toplumsal ilerlemenin sağlanması gibi politikalarını her zaman komünistlerin kendilerine karşı geliştirdiği stratejik bir taktik olarak değerlendirdiler. Fakat sosyalistlerin bu barış istemleri kapitalizme verilen bir taviz olarak algılanmamalı. Çünkü sosyalistler barış için savaşın sınıf için savaştan ayrı düşünülemeyeceğinin de bilincindedirler. Bu yüzden komünistler her zaman uluslararası alanda barışın savunucusu ve destekleyicisi olmak durumundadırlar. "Marks ve Engels, Birinci Enternasyonal'in kuruluş bildirgesinde proletaryanın , gücünü haksız ve yayılmacı, savaşların önlenmesi yolunda seferber edeceğine işaret etmişlerdi. Marks işçi sınıfının önünde duran görevi "uluslararası politikanın sırlarına dalmak, hükümetlerin diplomatik girişimlerini gözlemlemek ve gerektiğinde bunlara karşı gelmek" olarak koyuyor ve şöyle diyordu. "Böyle bir dış politika uğruna savaş, işçi sınıfının kurtuluşu uğruna savaşın bir parçasıdır" diyordu. 1869 yılında ABD ile İngiltere arasında bir paylaşım savaşının ortaya çıkması tehlikesi baş gösterdiğinde Marks Amerikan işçi sınıfına seslenirken uluslararası proletaryanın görevini şöyle tanımlıyordu: "Size eşsiz bir görev düşüyor: Efendiler savaş çığlıkları atarken, işçi sınıfının tarih sahnesine artık bağımlı bir sürü olarak değil, sorumluluklarının bilincinde olan ve barışı emredebilen bağımsız bir güç olarak çıktığını tüm dünyaya kanıtlamak görevi." Sosyalistlerin barışa bakış açılarını özetleyen bir diğer açıklama ise 1935 'lerde Avrupa'da faşizm savaş çığlıkları arasında tırmanırken George Dimitrof'tan geliyor. Dimitrof "dünyanın her yanına Tokyo'dan, Londra'ya New York'tan Berlin'e yayılacak bir barış cephesine ihtiyacımız var. Barış sever insanlardan, uluslararası işbirliğinin güçlü hareketinden ve tüm dünya emekçilerinin barıştan yana yürüttükleri etkin girişim ve politikalardan oluşacak bu cephe ile tüm dünyayı kuşatmalıyız. Öyle kuşatmalıyız ki savaş tüccarlarının katil elleri üzerimizden çekilebilsin." diyerek bizim savaşa ve barışa dair fikirlerimizi ortaya koyuyor. Geçmiş tarihi bir tarafa bırakıp bugünü tarihine baktığımızda görebileceğimiz manzara gene aynı. Savaş insanlığın acıları ile adeta özdeşleşiyor. Bu acıların somutlaşması Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de açık olarak görülebilir. 1991 Körfez savaşından buyana çeşitli aralıklarla Irak halkı üzerine atılan Amerikan yapımı bombalar Irak'ın kuzeyinde yaşayan yoksul halk kitlelerin ölümleriyle sonuçlandı. Ve bugün Irak'a sefer düzenlemek için uluslararası örgütlere ve uluslararası sistemin diğer üyelerine baskılar yapan çevreler, Amerikan petrol ver silah sanayi kompleksinin sahibi büyük para babalarından başkaları değildir. Onlar için uğruna şölenler düzenlenip methiyeler dizilmesi ve sonra bu kendi yüceltip vazettikleri tapılası kutsal varlığın kapitalizmin, aynı çevrelerin dünya barışı, insanlık ailesinin bir arada barış içinde yaşaması ve savaşın barış için verilmesi gibi kavramların kendilerinin sonları olduğunun farkındalar. Diğer taraftan Afganistan'da da denilebilir ki yine aynı neden ve doğal olarak aynı sonuç bölgede ki petrolün Hint Okyanusu'na indirilmesi ve bölgenin uzun dönemde dünya kapitalizmine entegre edilmesiydi. Bu ise bölgede Amerikan yanlısı rejimler kurularak bölgenin kontrol altında tutulmasıyla sağlanabilirdi. Afgan halkı üzerinde egemenlik iddia eden ve ülke sınırları dahilinde yaşayan bir çok etnik kökenli vatandaşını dışlayan şu anki sözde yönetimde erk sahibi Afgan petrol şirketlerinin sofrasına sunulması ise uzun sürekli politika sorunu olarak gündemde kalmayı sürdürüyor. Zira diğer kapitalist ülkelerde de bu sofrada yerlerini almak niyetindeler.
İlerici Gençlik Sayı:3'de yayınlanmıştır.